Öğrenci mi Müşteri mi?

Eğer yoga hocası iseniz karşınızda iki ayrı cins insan çıkıyordur. Dersinize “öğrenci” olarak katılanlar ve dersinize “müşteri” olarak katılanlar.

Asırlar boyunca yoga bilgisi hakeden öğrenciye ustası tarafından damla damla aktarılmış. Öğrenci sabır, sebat, aşk ve kayıtsız şartsız bir güvenle ustasına teslim etmiş kendini. Alemin sırlarını keşfetmek önce kendini keşfetmek geçermiş. İlk once bunu öğrenmiş. Kendini keşfediş nefsi terbiye etmekle başlarmış. Yoganın ilk yılları nefsin (zihin-ego) kalıplarını izlemek ve bu kalıpların hayatı tam kapasite yaşamayı engellediği noktalarda onları  dönüştürmek üzerine kuruluymuş. Öğrenci ustasının sözüne harfiyen uymazsa kendi kalıplarının tuzağına düşeceğini bilirmiş.

Shadow Yoga işte bu geleneksel temeller üzerine kurulu bir yoga sistemi. “Shopper” diye tabir edilen yoga öğrencisi aslında öğrenci değil, müşteri. Baş öğretmenimiz Zhander Remeye ve onun yarattığı bu sisteme baş koymuş biz Shadow Yoga hocalarının mücadelesi yogayı tüketilecek bir mal olmaktan çıkarıp, ona orijinal statüsünü yeniden kazandırmak. Yoga, ruhun özgürlüğüne kavuşması için insanın izlediği tinsel yollardan bir tanesi. Bu kadar.  Zhander Hoca’nın deyimiyle, “ Ruh’u ruh olmayan her şeyden arındırma çabası.”

Global kapitalist sistem her şeyi metalaştırdığı gibi yogayı da bir mal halinde paketleyip bize sunuyor. Yoga stüdyosu açmak şimdilerde “çok iyi bir yatırım” olarak görülüyor.

Foto: Özcan Yüksek

İnsanlar yoga hocalığı yapmak üzere büyük şirketlerdeki işlerini bırakıyorlar. Bazı yoga hocalarının bugün menejerleri var. Sınıflar ne kadar büyükse yoga hocası o kadar başarılıymış gibi algılanıyor. Kimse durup da bilginin sahiciliğine bakmıyor bile. Ünlü bir sanatçının konserine gidermiş gibi koşa koşa şehre her gelen yıldız yoga hocasının derslerine koşuyoruz. Ne kadar çok kursa, workshopa, ünlü hocanın dersine katılırsak o kadar iyi yoga öğrencisi/hocası olacağımızı zannediyoruz. Ne kadar çok tüketebilirsek o kadar iyi!

Yoga satın alabileceğimiz bir şeymiş gibi bize sunulunca biz de bilgisayar alırken yaptığımız gibi yoganın da en iyi ve en hesaplısını aramaya girişiyoruz. Beğenmezsek geri verme hakkımız olsun istiyoruz. Dersten çıkıp gitme, ya da kafamıza göre hareket etme özgürlüğümüz olduğunu sanıyoruz. Günümüz dünyasında müşteri olarak varolma biçimi hepimiz gayet iyi biliyoruz çünkü. Müşteri her zaman haklıdır.

Peki hem yetişkin hem de öğrenci olarak varolma biçimini biliyor muyuz? Korktuğumuz için değil, aktarılan bilgiye ve bilgiyi aktaran kanala saygı duyduğumuz için bir dersi pür dikkat dinlemeyi, zorunda olduğumuz için değil, bizi bizden özgürleştirdiği için severek bir derse gitmeyi biliyor muyuz? Yaradan’ın, kainatın, insanın aşkıyla tekkeye koşan dervişler gibi yaşadık mı hiç? Bildik mi böyle bir varoluş biçimini?

Yoga öğrencisi olmak böyle bir varoluşu gerektiriyor çünkü. Müşteri olarak yaşanacak bir şey değil. Ucunda bir belge, bir sertifika, bir rütbe, bir sınıf atlayış durumu var mı yok mu diye araştıran kafaların alacağı bir varoluş biçimi değil bu. Alışveriş yok, aşk var.

Siz var mısınız?

 

Shadow Yoga-devam

Foto: Rebekka Haas

Ben uzun bir zaman Shadow Yoga’ya direndim doğrusunu isterseniz. Hem de Shadow Yoga’nın Mekke’si sayılan Portland’da  yaşamama rağmen. Başka bir yoga geleneğini takip ediyordum ve hayatımdan memnundum. Evet, takip ettiğim yoga sisteminin kısa serisini bitirmek her sabah neredeyse iki saatimi alıyordu ve evet arada sırada bizim stüdyoya “ziyarete gelen” Shadow yogacıların zarafeti, gücü ve güzelliği dikkatimi çekiyordu ama hayatımdan memnundum. Başka bir sisteme geçmeyi aklımdan geçirmiyordum. Etrafımdaki Shadow Yogacı dostlar beni en azında bir denemeye cesaretlendirmeye çalıştıklarında bu sistemden iyice soğuyor, bir deneyeceğim varsa da vazgeçiyordum.

Sonra bir gün Eski Hocam’la aramız bozuldu ve her şey değişti. Eski Hocam beni stüdyodan kovmadan önce, “Git sen Shadow Yogacı ol. Sana o yakışır!” dedi. Ben de inadımdan değilse bile yeni bir hoca bulmak zorunda olduğum için gittim Shadow Yoga’yı denemeye karar verdim. (Bu hikayenin ayrıntılarını merak ediyorsanız Yoga’da Hoca Yitirmek adlı dizi yazısını okuyabilirsiniz.)

***

Zhander Remete’nin karşısına geçtiğim ilk sabah bu sistem hakkında çok az şey biliyordum. Evet mat kullanmıyorlardı. Bir de prelüd diye bir şey yapıyorlardı. Prelüd denen şey çok kısaydı. “Sizin yoganız bu kadarcık mı sürüyor?” diye sorduğumda,  kafamı büsbütün karıştıran “yok, prelüdden sonra asana var” diye bir cevap alıyordum. Ne yani prelüd dedikleri şey asana değil miydi yani?

Zhander Remete, Macar asıllı, beyaz saçlı, esmer tenli, çatık kaşlı, kalın sesli, benden koyu bir aksanla İngilizce konuşuyor… Akrabaymışız gibi geldi. Hemen kanım ısındı.

“Şimdi burada karşımda oturuyorsanız, bir şeylerden memnun değilsiniz demektir” dedi.

Arkamda oturan kadın huzursuzca yerinde kıpırdandı. Zhander Hoca açıklamak zorunda hissetti kendini:

“Yaptığınız yogadan, bağlı olduğunuz sistemden, sizi yetiştiren hocanızdan memnun olsaydınız, şimdi burada benim karşımda oturuyor olmazdınız. Buradasınız çünkü hala bir şeylerin arayışı içindesiniz.”

Bu sefer huzursuz-huzursuz yerinde kıpırdanma sırası bana geldi. Eski Hocam’ın beni stüdyodan kovduğu günden beri hamamda oğluna gelin bakan karılar gibi yoga hocası arayışına girmiştim çünkü. Bütün yaz Türkiye’de, Avrupa’da Amerika’da adını duyduğum yoga hocalarının kurslarına katılmış, hangisi ile kimyamın uyduğunu anlamaya çalışmıştım. Zhander Remete’nin Portland’da düzenlediği Shadow Yoga kursu da “Hocamı Arıyorum” turnesinin bir durağıydı sadece. Bunu bilen, hisseden Emma Hoca (Shadow Yoga okulunun müdürü) beni Portland kursuna kabul etmemek için sonuna kadar ayak diretmiş, son ana kadar beni bekletmişti. Çok sonra öğreneceğim tabiri ile o sırada ben onların gözünde (ve gerçekte) bir “shopper” idim. Bir kurstan diğerine koşarak yogayı tüketen öğrenci tipi yani.

O zar zor kabul edildiğim ilk kursun sonunda ben artık başka bir hoca veya sisteme dönmeyeceğimi biliyordum. Gözümü karatıp Emma Hoca’ya yaklaştım, bu sistemi öğretmek istediğimi söyledim. O yıllarda ben çoktan tam zamanlı yoga hocası olarak çalışmaya başlamıştım. Gençtim ve yoganın inceliklerinden bihaberdim. Bir de üstüne kendimi iyi zannediyordum. (en tehlikeli kişisel yanılgı bileşimi) Beni seve seve kabul ederler diye düşündüm. İnsanlar yoga bilmeden hocalık eğitimlerine katılıyorlardı. Ben dört yıldır bir sabah bile aksatmadan kendi yogamı yapıyor, yoga hakkında ne var ne yoksa okuyor ve hatta yazıyordum bile.  Beni eğitimlerine almasınlardı da kimi alsınlardı?

Ertesi gün dersten sonra Zhander Hoca beni yanına çağırdı, gözlüğünün üstünden beni süzerek,

“Emma’ya Shadow Yoga öğretmek istediğini söylemişsin” dedi.

Zar zor duyulur bir sesle, evet, diyebildim. Önceki gün Emma’yla konuşurkenki güvenim deterjandan yapılma bir balonmuş meğerse. Zhander Hoca’nın kalın sesiyle bir anda patladı gitti.

Gözlüğünü indirip uzun, upuzuuuun, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir sessizlik boyunca beni süzdü. Ben kapıya göz attım.

“Bizim hocalık eğitimimiz üç sene sürüyor” dedi.

“Biliyorum” diye fısıldadım. Biliyordum da sesim nereye gitmişti?

“Seni bu eğitime alıp almayacağımıza karar verebilmemiz için bizimle iki sene geçirmen lazım”

Peki.

“Bu iki sene içinde Shadow Yoga sisteminden başka bir sistemi öğreten hiç bir hocanın dersine gitmemen de lazım. Öğretinin saflığını koruması için. Sendeki gelişmeyi gözlemleyebilmemiz için. Razı mısın?”

Razıyım.

“İyi. İki sene sonra seni Hocalık Eğitimine alıp almayacağımızı söyleriz sana. Hocalık eğitimi en az üç sene sürecek. Üçüncü senenin sonuna varan herkes bu sistemi öğretecek diye bir kural da yok. Ancak hazır olduğuna karar verirsek sana el vereceğiz. Yoksa devam.”

Tamam.

***

Bu konuşmanın üzerinden tam altı yıl geçti. Bu altı yıl boyunca bir gün bile canım başka bir hocanın dersine, kursuna katılmayı çekmedi. Hergün prelüdümü ve zamanla bana verilen asanalarımı yapmayı, yılda iki defa Zhander Hoca’nın karşısına geçmeyi sürdürdüm. Zar zor kabul edildiğim  o ilk kursun ilk günü Zhander Hoca’nın bize söylediği sözlerin anlamını bu altı yıl içinde defalarca düşündüm.

“Buradaysanız hayatınızdaki bir şeylerden memnun değilsiniz. Buradaysanız arayış içindesiniz.”

Gerçek yoga eğitiminin arayışın bittiği yerde başladığını bu süre içinde canımla kanımla anladım.

***

 Devamı gelecek. Bizden ayrılmayın!

Yoganın Esrarı

Uçağımız ağır ağır kanatlanan bir kuş sürüsü gibi gri göklerde yükselirken benim içim sıkılıyor. İtalya’dan dönüyorum. Bulutların içinden geçtikçe grilik dağılıyor, maviye doğru tırmanıyoruz. İçimdeki sıkıntı olduğu gibi duruyor.

Bu sıkıntı, lise ikideyken bütün sene çalışıp, sonunda sadece iki defa (gündüz öğrencilere, akşam anne babalara) sahnelediğimiz oyunun gala gecesinin ertesi sabahında hissettiğim sıkıntıya benziyor. Çok beklediğim bir şeyin bittiğini anladığım andaki boşluk, şaşkınlık, en heyecanla beklenen şeyin elimden gitmiş olmasının kederi…

İtalya’dan dönüyorum. Umbria’nın yeşil dağlarında, trafikten, telefondan, internetten, eş, dost, akrabadan uzak geçen son on günde Shadow Yoga hocalık eğitimi mezuniyet kursunu tamamladım; bu sistemin dünyadaki sayılı hocalarından biri olmaya hak kazandım, memlekete dönüyorum. İçim sıkılıyor ama bir yandan da çok mutluyum. Bulutların üzerine çıkınca kavuştuğumuz güneş gibi, benim iç sıkıtımın altında da tatmin, memnuniyet ve şükran hisleri parlıyor. Böylesine iyi, böylesine kaliteli bir yoga eğitimi alabildiğim için.

Dört buçuk yıl önce Shadow Yoga hocalık eğitimine başvurduğumda, hocalarımız bana şöyle bir bakıp, “Daha değil, sen çalışmaya devam et, seneye bakarız” cevabını vermişlerdi. Otuz üç yaşındaydım. Güçlü, enerjik, heyecanlıydım. Son dört yıldır, bir gün bile aksatmadan yogamı yapıyor, metinleri çalışıyor, gelenekleri birbirine karıştırmadan farklı sistemleri deniyordum. Yine de bozulmadım, güvendiğim bir hoca bana bir şeyi yap derse, ona hay hay demenin en hayırlı şey olduğunu neyse ki o vakte kadar keşfetmiştim. Çalıştım.

Bir yıl sonra hocalarımın karşına geçtiğimde, “Tamam” dediler. “Bizimle çalışmaya başlayabilirsin ama artık başka hocaya gitmek yok, anlaştık mı?” Anlaştık. Sadece ben değil, benim gibi otuz iki öğrenciyle daha anlaştılar. Böylece 2009 yılının Ocak ayında, üç buçuk yıl sürecek Shadow Yoga hocalık eğitimimiz başladı.

Geçen yıllar içinde bu otuz iki kişiyle dünyanın çeşitli köşelerinde bir araya gelip artık ustamız olmuş olan hocamızın karşısına dizildik. O anlattı, biz dinledik; güldük, ağladık, itiraz edecek gibi olduk, vazgeçip söz dinledik.  Bacaklarımız uyuştu, kıpırdamadık; kalçalarımız yandı, minicik hareketlerle yanmayı dindirmeyi, kendi irademizle rahatsızlığımızı yenmeyi öğrendik.

Uzatmayayım… İşte insan iyi bir yoga eğitimi alırken neler olursa, hepsi bize de oldu. Üçüncü yılımızın sonunda katılmaya hak kazandığımız bu mezuniyet kursunda otuz ikimiz değilse de, yirmi dördümüz hazırdık.

Peki, hocamızın bize verdiği en değerli bilgi ne oldu biliyor musunuz?

“Bildiklerinizi kendinize saklayın!”

Bir hocalık eğitiminde hocanızdan duymayı en son bekleyeceğiniz söz belki de, ha?

Neden bildiklerimizi kendimize saklayalım? Çünkü bütün tılsım bilgileri gibi yoga da sadece hak edene verilmesi icap eden bir bilgi. Hocalar ne öğretecekler o halde? Hocalar her bireyin kendisinin bu tılsımı keşfetmesi için yol gösterecek, o kadar. Ne kadar az bilgi, o kadar çok keşif.

Bu eğitime gitmeden bir iki hafta önce, öğrencilerimle sohbet ederken televizyonda yoga gösterilmesinden, herkeslerin “yoga hocasıyım” diye ortalıkta dolaşmasından, parklarda bahçelerde, herkesin göreceği yerlerde yoga yapılmasından ne kadar rahatsız olduğumu anlatıyordum. Bir öğrencim benim rahatsızlığımı anlamadığını söyledi. Yoga herkese ulaşsa, yaygınlaşsa daha iyi olmaz mıydı?

Bundan sonra söyleyeceklerim sadece yoga hocaları için değil, içinde âlemin sırlarını taşıyan bir disiplini öğreten herkes için geçerli. Bir şaman düşünün ya da sihirbaz ya da iyi bir falcı, medyum veya otların, bitkilerin, gezegenlerin sırrını bilen bir şifacı, bir sanatçı… Televizyona çıkmış, işinin sırlarını kitlelere gösteriyor. Hatta onlar da yapsın diye alkış tutuyor. Her köşe başına bir dükkân açmış, ha babam bu bilgiyi satacak insan yetiştiriyor.

Şimdi siz böyle bir durumda fal baktırmaya, şifa bulmaya, yoga öğrenmeye kime gidersiniz? Televizyona çıkıp kitlelere âlemin esrarını açana mı, yoksa gözlerden uzak, sadece hak edene gizlerini sunan bilge kişiye mi? (Televizyonda gördüğünüze gidenlerdenseniz, bu yazının devamını okumanıza gerek yok.)

Hayatlarımızı yöneten kapitalist sistem, her şeyi olduğu gibi elbette yogayı da tüketilebilir ve pazarlanabilir bir mal olarak karşımıza çıkarıyor. Sadece eğitimi, dersleri değil; yoganın kıyafetleri, araçları, dergileri ve kitapları da kitlelerin tüketimi için üretiliyor. Bu sürecin sonucu olarak yoga da özünden çok başka bir şeymiş gibi sunuluyor. (Sistemin eline geçirdiğini pazarlayıp, mutluluğa aç, tatminsiz insanların tüketimine şifa niyetine sunması felaketinden sadece yoga değil, sanat, edebiyat, tıp ve bilim, hüner, disiplin, ustalık, çok çalışma gerektiren bütün disiplinler nasibini alıyor tabii.)

Benim üzüldüğüm ve görünen o ki hayatımın esas mücadelesi halini almaya başlayan şey şu: Yoga yanılsaması, geçim derdinde olan yoga hocaları ile ay sonunda kira ödemek zorunda olan stüdyo sahipleri tarafından yeniden yeniden üretiliyor. Nedir bu yanılsama? Yoganın bir eğlence, hep beraber yapılan bir rahatlama etkinliği, fizyolojik ve psikolojik sorunlara karşı etkili bir ilaç, zevk nesnesi olarak görülmesi. Sanki herkesin anlayabileceği, sanki herkesin yapabileceği bir şeymiş gibi sunulması. (Hadi canım!)

Hediyesi kişisel bağımsızlık olan yoga disiplini, bugün, insanların mevcut zaaflarıyla bağımlılıklarını iyice pekiştiren -bir de kafalarını karıştıran- bir cins grup-zevk ve kendini tatmin aracına dönüştü.

Hocamız bu eğitim boyunca bir de şunu tekrarladı: Yoga öğretmenliği geçim kapınız olmasın. Kendisinin akşamları bir kahvede çalıştığı ilk yıllarını anlatırken, hayat kazanma derdinin yoga öğretisinin kalitesini nasıl düşürebileceğini uzun uzun açıkladı. Çünkü geçim derdi yoga hocasının en değerli hakkı olan, doğru kafadaki öğrenciyi seçme şansını elinden alan bir şey.

Hoca ile öğrenci arasında kurulacak çok samimi bir ilişkiyi ön gören bu disipline göre, her hocanın kendi öğrencisini seçme hakkı olmalı. Günümüzde bu denge tam tersine dönmüş gibi. Hoca, bu değerli bilgiyi aktaracağı öğrenciyi seçeceğine, öğrenci hoca seçiyor!

Eski yoga metinleri çok net bir şekilde şunu dile getirmişler: Hocalar! Bu değerli bilgiyi sadece hak edene verin. En basitinden başlayın. Öğrenci sebatlı çalışması ile daha derinlere inmeyi hak ettiyse, onu yavaş yavaş oraya götürün; acele etmeyin, kendi bildiğinizi kendinize saklayın. O bilgiyi aktarmanın tek yolu, onu yaşamaktır. Boşa konuşmayın.

Bana sorarsanız, bugün ciddi olarak yoga çalışan insanların öncelikli çabası, yoganın yaygınlaşması yolunda değil, onun gizemli tabiatının korunması yolunda olmalı. Hatha Yoga Pradipika’da da belirtildiği gibi: Soylu bir kadının mahremiyetini koruması gibi, öğrenci de yoganın esrarını kendine saklamalıdır.

Bu yazı Kuraldışı Derginin Mayıs 2012 sayısında yayınlanmıştır.

http://www.kuraldisidergi.com/4776/yoganin-esrari-pardon-yine-bir-yoga-yazisi/


Kendinizi Tanıtır mısınız?

Sevgili Okuyucu,

Geçenlerde yazmıştım. Yine yazayım. Ben bir yoga hocasıyım. Yılımın yarısını Portland diye bir şehirde geçiriyorum. ABD’nin Kuzey Batısında, yağmurlu, bol ağaçlı bir memleket. Şimdi olduğu gibi mevsim dönerken renkler öyle bir çıldırıyor ki sağıma soluma bakınırken ağzım açık kalıyor. Dünya bu kadar mı güzel olabilir?

Foto: Ayşe Kaya

İsmim Defne. Annemle babam uluslararası bir isim olsun demişler. İçinde Türkçe karakterler bulunmasın. Kızımız seyahat ederken zorlanmasın. Gel de takdir etme şimdi bu ileri görüşlü kadın ve erkeği. Kocamın dilinde ismin Dafni diye telaffuz ediliyor. Portland’da Daphne oluyorum. Israil’de Dafna olacakmışım ama gitmedim, duymadım.

Yoga hocası olmazdan önce bir sosyolog idim. Daha doğrusu sosyolog olmaya hazırlanıyordum. Doktora yapmadan sosyolog olunmuyor diye biliyordum. Yine de pasaportumun meslek hanesine sosyolog yazdırdım. Memur beyi sinirlendirmek pahasına. ”Ne okudun yani?” diye sordu sabırsızca. Sosyoloji dedim. Başını iki yana salladı. Ben bu hareketi tam olarak neye yoracağımı bilemedim.

Annem de sosyoloji okumamı istememişti. En başta yani. Şimdi geri dönsem koca bir koçu kurban edip Yeşil apartman ahalisine dağıtır. Öyle ister yani yeniden sosyolog olmamı. Pasaportumdaki meslek hanesini onu kesmiyor. Ama işte en başta, 1991 yazında, üniversite sınavı sonuçları açıklanıp da benim Boğaziçi Üniversitesi Sosyolji bölümünü kazandığım ortaya çıkınca annemin Yasemin’e şöyle dediğini duymuştum (benden gizli) : Yaseminciğim sen ikna et de psikolojiye geçsin. Ne yapacak sosyolojiyi bitirdikten sonra?

Yoga hocası olacakmış. Annemin gözünde bu meslek beden eğitimi öğretmenliği gibi bir şey sanırım. Ya da ne başta öyleydi. Şimdi, sekiz yıl sonra ufku genişledi. Ailede bir insanın yogaya başlaması her ferdi etkilermiş. Beden eğitimi öğretmeninden bir kademe daha kaliteli bir iş yaptığımı düşünüyor zannedersem. Ama bir sosyoloğun yükselebileceği kalitenin yakınından geçmiyorum. Tuhaftır çünkü en başta sosyolojinin beni bir yere götürmeyeceğinden emin olan yine kendisi idi. (bkz: yukarı paragrafta Yasemin’e söyledikleri)

Neyse, annem hakkında yazmak istemiyorum. Yoga hakkında da yazmak istemiyorum. Her iki konuda da ağzımı sıkı tutma kararı aldım. Annem hakkında konuşmama kararım ilişkimiz hakkında durmadan fikir üretmeye meyil eden zihnimi terbiye etmek için. Annemi benden bağımız bir insan, bir kadın olarak görme projesinin parçası. Yoga hakkında konuşmama kararım ise çok yeni. Sanki yoga söz ile ifade edilebilir, kitaptan okunabilir bir şeymiş gibi düşünülüyor ya, ben de bu düşünceye katkıda bulunmayayım dedim. Artık ortalık yerde yogadan bahsetmeyeceğim. Hem bana esrarlı bir hava katıyor.

Yogadan konuşmayan bir yoga hocasıyım.

Yakında İstanbul’a geliyorum. Çok yakında. Önümüzdeki hafta. Pılı pırtı toparlayıp, kapıyı bacayı kapama vakti. Geceleri biz yatınca bir hayvan dolaşıyor mutfağımızda. Kağıt-cam-plastik çöpümüze giriyor, eşeleniyor, bir alay kuru gürültü yapıyor. Ben kalkıp bakmaya korkuyorum. Nasıl bir hayvan ile karşılaşacağımı kestiremiyorum. Bey de yürüme özürlü, yataktan çıkıp tekerleklerine binmesi başlı başına bir proje. Bekliyor, dinliyoruz işte bu yüzden. Misafir tıkır tıkır işini bitirip geldiği gibi gidiyor. Sesler kesiliyor. Sabahın karanlığında ben uyanıp odadan çıktığımda, temkinli adımlarla mutfağa yürüyorum ama kendisine dair en ufak bir ize raslamıyorum. Çöpler dağılmamış, bok püsur pislik yok. Hiçbirşey kemirilmemiş. Yalnız dün boş bir tost ekmeği torbasının bulaşık makinesi ile duvar arasındaki 1 cm’lik açıklıktan içeri doğru çekilmiş olduğunu gördük. Açıklık öyle dar ki torba geçememiş, yarısı dışarıda kalmış. Misafir ise torbayı geçiremediği açıklıktan süzülmüş gitmiş.

Kapıyı, bacayı sıkı kapamalı, belki de sıvamalıyız. Döndüğümüzde misafiri ailesi ile kanepeye yerleşmiş görmek istemiyorsak. Bey başka çözümlerden de söz ediyor. Kapan kurmak filan gibi. Şimdilik kulak asmıyorum ama vakit daralıyor. İstanbul hızla yaklaşıyor.

İstanbul’da bütün bir yıl geçirmeyeli tam 10 yıl oldu. Bir ayağımı bir başka kıtaya attım. Ötekisi İstanbul’da kaldı. İlk ayağım adımını  Asya’dan Amerika’ya değiştirdiyse de İstanbul’a basan ikinci ayak olduğu yerde kaldı.

İstanbul’da taksi şoförleri hani sorarlar ya hep: Nerelisin abla? diye. Istanbul’lu diye gelince bir türlü ikna olmazlar. İlla ki babamın memleketini merak ederler. Ben de merak ederim babamın memleketini aslında. Öyle çok yer değiştirmiş ki ailesi babam büyürken bir memleket filan tesbit etmek mümkün değil. Bazen babamın ablası halalarıma sorarım biz nereden geldik diye. Bir başlarlar anlatmaya, soyumuz Bulgaristan’dan Kafkasya’ya uzanır, kafam karışır. Onlar da o dayının soyu, bu halanın  köyü hususunda anlaşamadıklarından konu kapanır. Ben dönüş yolunda taksiciye verecek bir cevap yine bulamam.

Taksiciler bir de mesleğimi sorarlar. Orada da biraz bocalarım. Pasaport memuruna mesleği: sosyolog derkenki  rahatlığımdan eser kalmaz. Yoga hocası dersem sanki taksi şoförüne bir bedenim olduğunu hatırlatır ve onu elem fikirlere sürüklermişim gibi gelir. İstanbul’da tanımadığım erkeklerden korkarım genelde ve onlara bir bedenim olduğunu hatırlatacak şeyler yapmamaya gayret ederim. Beden değilsem zihin olmalıyım diye düşünürüm mesela. Beden kadın, zihin erkektir. Bizim aile kadınları kendileri farkında olmasalar bile bu ayrımı durmadan yeniden üretir ve kadınları aşağılarlar. Bir bedenleri olduğunu hatırlamak onlara ayıp ve aşağı bir şeymiş gibi gelir. Sürekli zihinlerine odaklanıp kendilerini entellektüellik seviyeleri ile tanımlarlar. Bizim ailenin kadınları erkek olmayı özlerler farkında olmadan.

Ben de özlerim erkek olmayı. Erkeklerin hormon iniş çıkışlarından nisbeten arınmış halleri hoşuma gidiyor.  Bir falcı bir defasında sende feminen ve maskülen enerjiler dengede duruyor, senden  iyi hoca olur, ama ana olmaz demişti. Bozulmamıştım. Ama bence benden çok iyi baba olur. Erkek olsam, ay hali, yumurtlama hali demeden hergün yoga yapabilir, belki de hocamın göz bebeği olurdum. Erme niyeti ile dağlara çıkmak erkeğe yakışır sanki. Bir de güzel kadınlarla sevişmek isterdim. Erkek olarak.

Neyse bir sonraki hayata inşallah.

Uzun lafın kısası taksici mesleğimi sorduğunda ben ”öğretmenim” demeyi seçerim. Bazen matematik, bazen felsefe öğretmeni olurum. Bir lisede, bazen üniversitede. Sabahın kör karanlığında beni Cihangir Yoga’ya bırakan bizim durak taksisinin ihtiyar şoförüne sabahın 6sından kimlerin felsefe öğrenmek için bir dershaneye geldiklerini açıklamam biraz zor oluyor yalnız. Neyse ki artık bir yayınlanmış bir kitabım var ve soranlara ”yazarım” deyiveriyorum. Taksi şoförü yazar kişiyi bedeni ile alakalandırmaz.

Zannedersem.

Sevgili okuyucu, sen beni tanıyorsan zaten, bana ne bunlardan diyebilirsin. Öyle dediysen zaten buraya kadar inmemiş, yukarıda bir yerlerde aramızdan ayrılmışsındır. Buraya kadar inmiş sadık okuyucu sana niye şimdi kendimi anlatıyorum? Ben de bilmiyorum. Açtım bilgisayarı, parmaklarımdan bu aktı.  Birilerine hayrı dokunsa gerek.

Her sabah kendi yogamı yapıp, derslerimi verdikten ve bir kafede biraz dinlendikten sonra saat 10’da eve dönüyorum. En geç 10 buçukta. Bey ile anlaşmamız böyle. O yüzden şimdi ayrılmam gerekiyor huzurlarından sevgili okuyucu.

Yakında görüşmek üzere!

Defne

ben bir yoga hocasıyım

Foto: Özcan Yüksek

Yoganın sirk cambazlığına dönüştüğü bir dünyada  ben yoga hocasıyım.

Yoga hocalığı statü ve sertifikasının insanlara dört ayda sunulduğu bir  dünyada sekiz yıldır yoga öğrencisiyim.

Oku oku nereye kadar bu eğitimler, der durur babam.

Yine bir eğitimdeyim.

Sertifikam yok. Koltuğumun altında bilmem kaç saatim yok. Sahip olduğum bir okulum yok. Markam yok.

Bir tane hocam var. Bize sertifika vermeyi rededen. ”İçinizdeki bilgi sizin sertifikanızdır” diyen. Bizden bir aile yaratan ve o aile içinde kendimizi ve yoga bilgisini korumamızı sağlayan bir hocam var.

Onun yanında eğitimdeyim şimdi. Dünyanın bir yerinde.

Bize azla yetinmemizi salık veriyor. Az sayıda öğrenciniz olsun diyor. Öz olsun. İlişkiniz sahici olsun. Size baka baka eğitilsinler. Hocalık eğitiminiz onların yanında, karşısında duruşunuz olsun, diyor.

Yoga hocasıyım. Daha çok genç. Yolun çok başında. Çok iyi ellerde eğitilen. Azın çok demek olduğunu biliyorum.

Yoga, sadece yüreği ona doğru akana verilmesi gereken o değerli  bilgi,  televizyonlardaki bir eğlenceye dönüştü. Yoga dünyası sirk meydanı, yoga yapmak sirk cambazlığı. Hadi hop hop, kim daha iyisini yapabilir? Alkışlayalım onu!

Hayır ben size yoganın ne olduğunu yazmayacağım. Okuya okuya öğrenebileceğiniz bir şey değil zaten.

Hoca olunmaz, diyor hocamız.

Hoca doğulur.

Yogaya ya sevdalanırsınız, ya da size iyi geleceğini düşündüğünüz için, ihtiyacınız olduğuna inandığınız için onu hayatınızda ite kaka yaptığınız diğer şeylerin arasına katarsınız. Ona sevdalanmadan yoga yapmak müzik yapmadan gitar çalmaya benzer. Teknik olarak çalabilirsiniz ama müzik yapmadığınızı tecrübeli ve ince bir kulak derhal anlar.

Herkes anlar aslında. Derinde, duyguların, düşüncelerin, gölgelerin ötesinde bir yerde her birimiz, en meraksız, dünyaya, hayata karşı ilgisini tamamen yitirmiş olanlarımız bile sevdadan geleni ayırd etme kapasitesine sahibiz.

Yoga bilgisi kutsaldır. Karşılığı alınmadan verilmez. Karşılığı para olmak zorunda değildir, emek de olabilir. Yoga bilgisini kazanmamız gerekir. Teknik, teorik, felsefi metinler okuabilirsiniz. Metinleri baştan sona ezberleyebilirsiniz. Her sabah kendi kendinize kalıp da uygulamıyorsanız, okuduklarınız uçar gider. Bilgi yürekte yankı bulmadıkça hükümsüzdür. Geçersizdir.

İçinde yaşadığımız çağ kutsal ve değerli olanın içini boşaltmakta ve başka bir şey ile doldurmak ile meşgul. Pazarlanabilir, tüketilebilir, yeniden üretilebilir bir şey ile.

Herkes yoga yapabilir diyorlar. Ben doğrusunu söyleyeyim: Yoganın sahisini sadece onu ciddiye alan, ona saygı gösteren yapabilir. Sahici olanı öğrenmek için vakit, enerji, kaynak yaratanlara verilen bir bilgidir yoga. Herkes yapamaz.

Yoga bir eğlence aracı değil. Yoga duygularımızı kusacağımız bir kap da  değil. Yoga topluca buluşup yapılan bir şey bile değil. Bir okulda, iyi bir hoca rehberliğinde öğrenilmesi ve tek başına uygulanılması gereken bir ilim.  Yoga terapi de değil. Yoga sırasında veya sonrasında fiziksel, zihinsel, ruhsal olarak kendinizi iyi, sağlıklı ve şifa bulmuş hissedebilirsiniz. Bunlar yoganın yan etkileri, kendisi değil.

Nedir o halde yoga?

Bunca sözden sonra size bu sırrı vermeyeceğimi tahmin ediyorsunuz.

Ben bir yoga yolcusuyum.

Ben bir yoga hocasıyım.

Azın çok olduğunu bilen.

Yoluma çok öğrenci çıkacak.

Çok azı benimle kalacak. O çok az sayıdaki öğrenci özün sabırla, sebatla, tekrarla, yalnızlıkla, sükunet ve saygı ile bulunacağını bilecek.

Sertifikaları olmayacak, tek bir hocaları, koca bir yoga aileleri ve önlerinde uzanan bir tek bir yolları olacak.

Başka bir yola ihtiyaç duymayacaklar.

Azın çok olduğunu onlar da bilecekler…

MAVI ORMAN

Okumaya devam et