Zakynthos Yazar Evi’nden Mektubunuz Var

Çok pek sevgili blog okurlarım, sadık dostlarım,

10 gündür Yunanistan’ın Zakynthos adasında bir Yazar Evi’nde kalıyorum. Yazar Evi nedir diyecek olursanız, biz kafamızı sadece yazdığımız metinlere yoralım diye dünyanın çeşitli yerlerine kurulmuş evler diye tarif ederim. Türkiye’de de var. İtalya’daki kimi yazar evleri kaleli, kuleli şatolarda. Oralarda onlarca yazar beraber kalıp akşam yemeklerini uzun masalarda yiyorlarmış (bir zamanlar) diye duymuştum. Bizim Zakynthos Author’s House ise iki odalı bir yazar evi. İki odayı birleştiren alanda açık mutfak ve oturma odası var. Oturma odasında kütüphane. Bugüne kadar buraya gelmiş, burada kalmış yazmış yazarların eserleri kütüphaneye dizilmiş ve tabi pek çok başka kitap da var.

Ben buraya bir bavul kitapla geldim. Araştırmam için gerekli diye düşündüm. Sonra da -tabi ki- o kitapların kapaklarını açmadım, kütüphaneden çektiğim başka bir kitabı okumaya daldım. Pazartesi sabahı bavula doldurup getirdiğim gibi Atina’ya geri götüreceğim.

Kahvaltı Sofrası

Yazar Evi’nde geçirilecek bir süre benim en büyük hayallerimden biriydi. Yaz başında bir gece, ruhumu daraltan günlük hayattan, yakamı bırakmayan kıstırılmışlık hissinden kurtulmak için yattığım yerde Avrupa’daki yazar evlerini araştırdım internetten. Bir de ne göreyim Yunanistan’ın Zakynthos adasında, burnumum dibi sayılacak bir mesafede (ben Almanya’ya, İsveç’e, Cebelitarık’a filan gitmeye de hazırdım) bir yazar evi. Sabaha cayarım diye hemen oracıkta, uykusuz yatağımda başvuru formunu doldurdum. Her yazar evinin kendince şartları var. Bilindik bir yayınevinden basılı en az üç kitabınız olması mesela bunlardan biriydi buraya başvururken.

Sabah uyandım bir de baktım kabul gelmiş. 31 Ağustos-13 Eylül arası seni bekliyoruz diyorlar. Cüzzi bir konaklama ücreti ödüyorsun, yol ve yemek masrafları da cebinden çıkıyor ama olsun. 18 aylık kedili kocalı bir ev yaşamından sonra iki hafta tek başıma kalacağım ve benden tek beklenen şey bu iki haftada yazmak! VAy canına dedim. Ben romanımı bile bitiririm orada iki haftada!

Kedilerin, kocanın bakımı için düzenlemeler yapıldı. Ardımda bıraktıklarımın başına dünyanın yıkılmayacağına ikna olmam biraz zaman aldı. Birkaç defa “ben gitmeyeyim en iyisi” dedim. Ama sonunda gittim. Bensiz de dünyanın döneceğine inanmam lazımdı çünkü.

Buraya vardığımda anneme telefonda dedim ki yarından tezi yok rutinimi oluşturuyorum ve her gün aynı saatte aynı şeyleri yapmak üzere kampa giriyordum. Annem de dedi ki “biraz oluruna bıraksan?”.

İlk planım şöyleydi: Sabah 5:30 kalkış. Brahma Muhurta yakalamaca. Kahve. 6’da yogaya başlama. 7:20’de güneş doğarken yogayı bitirip denize yolculuk. Sabah yüzmesi ve o plajda yazılan sabah sayfaları. 10’da eve dönüş. 11’de yazmaya oturma. 5e kadar yazma. 5te akşam yemeği ve hemen sonra akşam yüzmesi, adayı gezme, vs. Akşam eve dönünce bir saat idari işler. Dokuzda yatış.

Ne kadar masum, ne kadar kolay görünüyor değil mi?

Kaç gün bu plana sadık kaldım dersiniz?

Sıfır

Evet, sanki içimde asi bir ergen yaşıyor. Ben alarmı kurdukça o uyuyor. Ben haydi şimdi plaj saati diyorum, ona ilham geliyor, saatlerce yazıyor. Uyumadan önce yarım saat kitap okuyalım diyorum, elinden telefonu bırakmıyor. Böyle bir ben var benden içeri yani. Benden ötede değil, otuz yıl geride kalmış bir ergen.

Ama yazınca o mu yazıyor ben mi yazıyoruz bilmiyorum. Çünkü ergenimle ben bilgisayar başına geçince yazdık. Epeyce bölümü yoktan varettik. Varolan bölümlerin üzerinden geçtik, tertipledik. Küçük bir okuma grubunda yeni yazılan bölümleri test ettik, onay aldık. O halde yola devam.

Zakynthos Yunanistan ile İtalya arasındaki Adriatik denizinde bir ada. Turkuaz renginde denizi bana Büyükada’yı anımsatan çam ormanları var. Her yer zeytinlik, incir ve çam. Yazar evimiz bir köyde. Sabah yokuş yukarı vurursanız sokaklarında tavukların, ördeklerin, hindi ve hatta tavuskuşlarının gezindiği eğri büğrü yollardan geçiyorsunuz. Zeytin-incir-zeytin-incir-çam-begonvil-zeytin-incir-zeytin-incir diye düşünün ve geceden de biraz yağmur yağmış olsun, sabah güneşinde hepsi koksun. Manzaraya hakim oldunuz mu?

Yazmaktan yorulunca buraya geliyorum. Marathia Plajı

Benim buraya varmamdan iki gün sonra Mikis Theodorakis’in ölüm haberini aldım. Annem telefonda söyledi. O söyleyince arabayla adayı gezdiğim ilk günüm boyunca araba radyousunu ayarladığım ERT 2’nin (Yunanistan’ın TRT2si) neden sadece Theodorakis çaldığı da açığa kavuştu. Bu acı haberi annemden almam da manidar oldu. Beni Theodorakis ile tanıştıran annemdi. Bizim evde plakları vardı ve çok dinlenirdi. Livaneli, Faranduri, Theodorakis üçlüsü çocuk kalbimde pek kıymetli bir hazineydi. Bugün hâlâ üçünün bir araya geldiklerinde icra ettikleri müziği hiç sıkılmadan dinlerim.

Sonra annem Mete babam ile evlendi. Mete babamın arkadaşlarıyla tanıştık ve onlarla uzun otomobil yolculuklarına çıktık. Mete babamın yakın dostları Ayşın ve Atilla Yücel’di. Kızları Yasemin ile ilk görüşte birbirimizi sevmiştik. Artık havamız mı, suyumuz mu, yıldızlarımız mı, mayamız mı bilmiyorum ama bir şeyimiz tutmuştu ve bugüne kadar da hiç kopmadı o gün tutan maya. Dün telefonda hesap ettik. Tam 38 sene önce bir Eylül günü tanışmışız.

Uzun otomobil yolculuklarında biz mayası tutmuş kızları bir arabaya koyarladı. Bizim araba ya da Yücel ailesinin arabası, fark etmez. Biz Yasemin ile arkada yan yana oturduğumuz sürece kimin arabasında gittiğimizin hiç önemi yoktu. Yolları hep çok uzun hatırlıyorum. Saatlerce çam ormanlarının içinden geçerdik, kıvrılan dağ yollarında ilerlerdik. Çok güzel pansiyonlar vardı yolların sonunda. Yasemin ile beni aynı odaya koyalardı. Oysa ne küçüktük. Ne mutluyduk baş başa kaldığımız pansiyon odalarında. Sabah kahvaltıdan sonra yine yollara düşülürdü. Biz bir arabanın arka koltuğunda, dizlerimizin arkasından şıp şıp terler akarken denize gireceğimiz o bakir plajın yolunu gözlerdik.

Tüm bu yollar, yolculuklar boyunca hangi arabada giderksek gidelim Livaneli, Theodorakis, Faranduri üçlüsünün kasedi mutlaka bir defa çalardı. Biz Yasemin ile Türkçe şarkıları çoktan ezberlemiştik. Faranduri ile söyleyecek kadar Yunanca bile ezberlemiş olabiliriz.

Theodorakis’in ölümü üzerine Yunanistan üç günlük yas ilan etti. Ben çam ormanları arasından adayı gezerken ERT2 sadece Mikis’in parçalarını çaldı. Onunla beraber çalışmış müzisyenlerle röportajlar yayınladı. Yediden yetmişe bir ulusun, dört kuşağının birden yüreğinde yer etmiş çok az sanatçı vardır dünyada. İki gün önce Atina’daki tören sırasında binlerce insan yağmur çamur dememiş, içeri alınmadıkları kilisenin önünde saatlerce Mikis Theodorakis’in şarkılarını bir ağızdan söylemişler. Zülfü Livaneli de oradaymış tabii. Yanında Maria Faranduri ile beraber.

Onlar üstatı Atina’da uğurlarken ben de ERT2 eşliğinde arabamı çam ormanlarının içinden enfes renkteki denize indirirken kendimce veda ettim Theodorakis’e. Yunanistan’la ilk temasım onun müziği olmalıydı. Plak kapakları hâlâ gözümün önündedir. Tüm hayatımız boyunca yanımızda yürümüş insanların ölümü beni yalnızlaştırıyor. İçinde beraber yolculuk ettiğimiz trenden tanıdıklarım iniyor. Tanımadığım, çocukluğuma dokunmamış başkaları trene biniyor. Onlarla da anlaşıyoruz elbette ama bir arabanın arka koltuğunda Theodorakis dinlenerek geçen yolculukların hissini bilen dostlarla bağlandığımız yerden bağlanamıyoruz yenilere. Bu da dünyanın hali işte.

Üç günüm kaldı. Pazartesi sabahı Atina’ya, eve, kocaya, kedilere dönüş.

Roman ne vaziyette? İlk taslağı bitirecektik hani? Neye niyet neye kısmet. Üçte birini geride bıraktık. Hızımızı aldık ama bir defa, bundan sonrası heya mola.

Sevgilerimi yolluyorum. Siz de her neredeyseniz oradan bana kısaca yazın olur mu?

Defne.

not: Zakynthos Yazar Evi’yle ilgili bilgi de vereyim azıcık. yazar dostlarım başvurup gelmek isterler belki.

http://authors.house/

https://www.instagram.com/authorshouse/

*This blog is written during my stay at “Author’s House on Zakynthos Island”

Bu güzellik karşısında dili tutuluyor insanın

Edebiyat, Yoga ve Hayat Üzerine

(Bu söyleşi 28 Mayıs 2017 tarihinde http://www.superergen.com/gunun-soylesisi–defne-suman-ile-edebiyat–yoga-ve-hayat-uzerine bağlantısında yayımlanmıştır) 


Sevgili Defne Suman’a  sorularımıza verdiği sımsıcak yanıtlar için Süper Ergen Ailesi adına çok teşekkür ediyor ve sizleri keyifle okuyacağınızı tahmin ettiğimiz bu güzel söyleşiyle baş başa bırakıyoruz.

Önce sosyoloji eğitimi, ardından yoga, tüm bunların içinde hayatın geneline yayılan bir yazma deneyimi ve bunun da ötesinde yazarlık… Hepsi bir bütünün hoş birer parçası adeta.

Siz bu yaşamdaki yolculuğunuzu nasıl tanımlıyorsunuz?

Yaşamı bir yolculuk olarak görüyorum. Bu, hem mekanda bir yolculuk, hem de zamanda. Belki günlerim hep yollarda geçtiği için bana öyle geliyordur. Günleri tren vagonlarına benzetiyorum. Artarda dizilmişler, sabah uyandığımda o vagonların birindeyim. Tren gidiyor. Tren insanlarla dolu. Onlar benim bu hayatta karşılaştığım, karşılaşacağım (belki ilk defa, belki bir defa ve belki de defalarca) yol arkadaşlarım. Yolculuğun anlamı onlarla beraber kurduğumuz bütünde aslında. Belki de şöyle demeliyim: Hayat bir yol hikayesi benim için. Aynı tren içinde giden bir avuç insanın karşılaşmaları, sevinçleri, hüzünleri, etkileşimleri sonucunda insanlığa sundukları öyküleri. Bir araya geldiğim insanları çok önemsiyorum. Hiç kimsenin hayatıma boş yere girmediğine inanıyorum. Bir de günleri çok önemsiyorum. Hayat günlerden örülü ne de olsa. Gününü nasıl geçiriyorsan hayatın odur nihayetinde. Ben de günümü sevdiğim faaliyetler ve bana varlığımın derin sularını hissettirebilen insanlarla döşemeye çalışıyorum. Bu başlı başına bir çaba aslında. Çünkü zaman uçup gidiyor. Ben çok sevdiğim bir şey olan roman okumaya ya da yazmaya ya da yoga yapmaya başlayana kadar binbir angarya karşıma çıkıyor. Angarya el alıyor, vakit alıyor. İnsanın hep aslında gönlünde yatanı hatırlaması, kendine hatırlatması gerekiyor.


Romanlarınızdan okura geçen şöyle bir his var: “Aslında roman, kendini daha önceden yazıp bitirmiş ve siz gerçekte bitmiş bir romanı hatırlayıp kaleme almış; böylelikle, sanki roman metnini uzun zamandır durduğu eski sandıktan gün ışığına çıkarmış ve düzenleyip okuyucuya hediye etmişsiniz.

Öyle rahat, akıcı ve kıvrak bir dil kullanıyor, öykü ve karakterleri öyle rahat ve gerçekçi bir şekilde kurguluyor, tarihi unsurları hikayenin içinde öylesine dile getiriyorsunuz ki, sanki gerçekten hafızada sessiz sakin durmakta olan anılarınızı yazmış ve sonuçta ortaya bir roman çıkarmışsınız gibi bir hisse kapılabiliyor insan.

Bu anlamda, yazma sürecinizi anlatır mısınız?  Siz de, okurun bir çırpıda okuduğu şekilde,  “su gibi” yazar mısınız romanlarınızı?

Bu güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim. Hayır, romanları yazmak o kadar kolay olmuyor. Su gibi akan bölümler de var, yarım paragrafı için tüm günü geçirdiğim bölümler de var. Edebiyat yazarlığının bir taraftan çocuksu bir hazzı var. İstediğim şeyi yazabilirim. Çocukluktaki oyun kurmak gibi ki ben çocukken çok oyun kurdum. Tek başıma kurdum hepsini. Oyuncak bebeklerimle, sonsuz sayıda romana, senaryoya imza attım. Hayal alemimde tabii. Aileler kurdum, dostluklar, aşklar, kaygılar yarattım onlara. Belki bu yüzden romanda karakter yaratmak bana aşina geldi, onlara bir şeyler istetmemek, onları bir yerden bir yere götürmek, yavaş yavaş tanımak, huylarını, geçmişlerini, arızalarını öğrenmek çocukluğumdan bildiğim ve iyi yapabildiğim bir şeydi. Romanların da ilk aşamasını bu yüzden kolay kuruyorum.

Ama sonra “edebiyat işçiliği” dediğimiz bir kısmı var ki, orada bir yetişkin olarak çalışmam gerekiyor. Bir yandan sanat tarafı var: Hep orada olup da hiç görmediğimiz bir tarafını (hayatın, dünyanın, ilişkilerin, ailenin, şehrin) göstermek, onu kendi içinde bulmak, sonra söze dökmek. Bu başlı başına bir iş. Üstelik insanı en zayıf yerinden vuruyor: Özgüveninden… “Ya, benim dünyayı görüş biçimimde orijinal bir şey yoksa, ya klişelere kaçıyorsam?” kaygıları ile baş ediyorsun bu aşamada (veya baş edemiyorsun).

Sonra daha teknik meseleler var: Maddi hata yapmamak, kurguda boşluk bırakmamak, metni inandırıcı kılmak gibi. Tüm bunların yanında benim bir de romanların konusu olan tarih araştırması yapmam gerekiyor. Bir yandan yine maddi hata olmasın diye, bir yandan da geçmişte kalmış bir dünyayı kurarken tüm ayrıntılar yerli yerinde olsun diye. Tüm bunlar bir araya geldiğinde uzun saatler çalışma isteyen bir nakış işi edebiyat yazarlığı. Her bir satır üzerinde uzun uzun düşünüyorsunuz inanın ki.



Bilindiği gibi, “kültürel turizm” denince, dünyanın değişik yerlerinde, yazarların yaşadığı ve romanların geçtiği mekanlara düzenlenen geziler de akla geliyor ve bu gezi türüne “Edebiyat Turizmi” deniliyor. Son iki romanınıza bakıldığında, mekanlar ve romanı oluşturan kurgu arasında son derece sıkı bağlar olduğu görülmekte. Öyle ki, romanda adı geçen mekanlara sizin kılavuzluğunuzda bir günlük bir gezi düzenleniyor, verilen minik molalarda kitaptan parçalar okunuyor ve böylelikle, – romanın okuruna bir nevi hediyesi niteliğinde – hoş bir edebiyat gezisi ortaya çıkmış oluyor.

Bu kapsamda, mekan – roman arasındaki sıkı bağlar konusunda neler söylersiniz? Romanlarınızda “mekanlar” sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Öncelikle şunu söyleyeyim; uzun yıllar ben ailemden bahsederken “Fertleri akademisyenlerden oluşur.” tabirini kullanmıştım. Bu bir bakıma doğru, ama sadece yarısı.

Anne tarafımın tamamı üniversitede profesördür evet, ama babam da turizmciydi. Hem de Türkiye’nin ilk turizmcilerinden biri. Ben teleks makineleri etrafında büyüdüm. Tur otobüslerimizin şoförlerinin omuzlarına tırmandım. Henüz on bir yaşındayken babama turlarında asistanlık etmeye başladım. Bu da doğal olarak içimde insanları gezdirme isteği geliştirdi.

Emanet Zaman’ı yazarken, hep okurlarla buluşup bir kısmı çok değişmekle birlikte hâlâ orada duran, bir kısmı ise çoktan kül olup gitmiş mekanları gezmeyi hayal edip dururdum. Ve evet, benim için mekan çok önemli. Özellikle de şehirler çok önemli. Ben büyük şehirde doğdum. Şehrin benliğimde çok derin bir izi var. Karakterlerim de hep şehir insanları. Şehir demek, bireyin gününü geçirmek üzere hayatına dahil ettiği mekanlar demek. Bu yüzden mekanları ben karakter olarak görüyorum metinlerimde. Onlarla duygusal bir bağ geliştiriyoruz.

Mesela “Emanet Zaman”da Panayota, Kraemer Palas’a aşıktır. Her gün gidip o görkemli binayı, kendisine haram bir güzeli seyreder gibi, seyreder içini çeke çeke.

“Yaz Sıcağı”nda Melike’yi Petro’ya çeken şey, genç adamın ilk buluşmaları için seçtiği Kanlı Kilise’nin çocukluk anılarında değerli bir yeri olmasıdır.

Şehrin mekanlarına fark etmeden bağlanırız ve onlar hayatımıza giren sevgililer gibi seçimlerimizde rol oynarlar.


Yogayla tanışınca, yazdıklarınızı paylaşma konusunda cesaretinizi topladığınızı, yazmanın “sadece kendine ait değil, diğeri ile paylaşılacak bir araç” olduğunu kavradığınızı belirtiyorsunuz.

Buradan hareketle, özellikle romanlarınızı yazma sürecinize okuru ne ölçüde dahil edersiniz?

İlk başta okur yokmuş gibi yazıyorum. Daha doğrusu, sanki birisi (ya da birileri) bana öykü anlatıyormuş gibi gelişiyor yaratma süreci. Daha sonra, yani ilk taslak, başıyla sonuyla bittiğinde ve ben yazdıklarımı okumaya koyulduğumda okuru düşünmeye başlıyorum. Bu süreçte okurun ilgisini metinde tutma gayreti değil de onu hayal kırıklığına uğratmama çabası beliriyor. Ben de iyi bir okur olduğumdan bir öyküdeki tutarsızlıkların, beni o kurgu dünyasının gerçekliğine inanmaktan alıkoyacak detayların varlığına ne kadar sinir olunabileceğini biliyorum. O yüzden bir okur gibi okuyorum baştan sona hikayeyi. Eğer benim kafama takılıyorsa bir ayrıntı, muhakkak okurun da kafasına takılacaktır. Hemen onu temizliyorum. Ama okurun bulması için sağa sola sakladığım bir sürü hazineler de var. Onları da metne zekice yerleştiriyorum ki okur da hikayeye dahil olsun.


“İnsanlık Hali” adlı blog’unuzda yer alan “Bir İçe Dönüş Hikayesi”nde şöyle diyorsunuz:

O bir haftada hocalarımız bize yogaya dair temel bilgileri öğrettiler. Yerinde, isabetli ve hala kendi yogamda ve derslerimde kullandığım bilgiler bunlar. Ama benim için çok daha önemli olan bir başka şeyi daha öğrettiler bize o kursta. İçe dönmeyi… Her dakika konuşmak, her söze cevap vermek zorunda olmadığımızı. Tek başınalığın nimetlerini. Sessizliğin kıymetini. Yavaşlığın, yumuşaklığın, zerafetin gücünü.

Edebiyat ve yoga arasındaki ilişkiyi bu anlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?

İçe dönmek, hem yazarlığın (yaratıcılığın) hem de yoganın (maneviyatın) hem gereği, hem de sonucu. Her iki dal da benliği araştırıyor. “Ben kimim, neyi, nasıl yaşarım, çektiğim acıların, varoluşsal krizlerimin kaynağı içimde nerededir?” sorularını soruyor.

Yoga hareketleri, dışa rotasyonların muhakkak içe rotasyonlarla dengelendiği serilerden oluşur. Edebiyat da öyle bence. Aslında her türlü yaratıcı faaliyet için bunu söyleyebilirim. Bir yandan hayata atılmak, insanların arasına karışmak, ilişkilere girip çıkmak, “insanlık hali”ni her yönüyle yaşamak gerek. Bunu yogadaki dışa rotasyonlara benzetebiliriz. Sonra biraz da yalnız kalmak, yazmak, çizmek, deniz kenarında uzun yürüyüşlere çıkmak, belki yakınlarda bir adaya tek başına bir hafta sonu gezisine çıkmak gerekiyor. Bu da içe rotasyon. Yaratıcılığın tohumu içimize, insanlara karıştığımızda atılıyorsa, o tohumun filize dönüşmesi için gerekli suyu da bize tek başınalık anlarımız sağlıyor.


Eserlerinizin Türk Edebiyatında nasıl bir iz bırakmasını, bir yazar olarak ne tür farklar yaratmayı istersiniz? Ve sizce Defne Suman, aradan yıllar geçtiğinde edebiyat dünyası tarafından nasıl anılsın?

Yarattığım karakterlerin toplumun hafızasında canlı kalmasını isterim. Nasıl hepimiz Feride’yi tanıyor, onu eski bir dostumuz gibi hatırlıyoruz, ben de karakterlerimin insanların yüreklerinde yer bulmasını isterim. Ama bunu hangi yazar istemez? Öte yandan, konuşulmamış konuları, aile sırlarını, kadınlığın romanlara konu edilmeyen sancıları ile hazlarını yazmış bir yazar olarak tanınmak isterim. Bunu yapmaya çalışıyorum çünkü. Bir de resmi tarihe bir alternatif üretmek, bize “düşman” diye belletilmiş toplumların içinden seçtiğim karakterler ile okur arasında bir gönül bağı kurarak gençlerin geçmişi yeniden düşünmelerini sağlamak gibi bir arzum da var.



Yazarlık, yaşamınızda yoga eğitmenliği kadar önemli bir yer tutuyor. Her iki açıdan bakarsak, bundan sonrası için hayalleriniz, yapmak istedikleriniz nelerdir?

İnsan hayatı için uzun sayılacak bir zamandır (neredeyse on dört yıldır) sürekli seyahat ederek, evden eve geçerek yaşadım. Son iki yıldır ilk defa hayatımda bir düzen var ve ben bu düzeni seviyorum. Bir süre daha İstanbul ve İzmir’de yoga dersleri verip, Atina’da yazarlık yaparak yaşamayı sürdürmek istiyorum. Daha sonrası için bir Yunan adasında edebiyat ve yoga evi açmak gibi bir hayalim var. Eşim de kafe işletmek istiyor. Alt kat kafe ve kitabevi, orta kat yoga, en üst katta benim yazma odam olacak şekilde düzenleyeceğim bir okul hayal ediyorum. Orada sadece yoga dersleri değil, yaratıcı yazarlık da öğretirim belki.


Tayland’daki yoga deneyimlerinizde “Hocalar, içe dönük tabiatın nimetlerini anlattılar. Dünyanın içe dönüklerin sessizliğine, yumuşaklığına, sakin sakin iş bitirme yeteneklerine ve bireyselliğine ne kadar muhtaç olduğunu anlattılar.” şeklinde ifade ettiğiniz içe dönüş haline, özellikle ergenlik dönemi açısından bakarsak, bu dönemde ebeveyn ile çocuk arasındaki ilişki nasıl kurgulanmalı? Ebeveyn bu dönemde çocuğun hayatında nasıl bir rol almalı sizce?

Ben pek fazla olmalı olmamalı tarzında tavsiyeler vermekten yana değilim. Ancak kendimden referansla bir şeyler söyleyebilirim. “Ben ergen iken yaşadığım şeylerin hangisi bugün mutlu ve tatminkar bir yere varmamı sağladı, hangilerini farklı yaşasaydım vakit kaybetmezdim?” bunları sıkça düşünüyorum. Aileme pek çok konuda müteşekkirim ama galiba en çok şu üç konuda: Bağımsızlık, güven ve saygı. Sadece bir ergenin değil, her yaşta insanın ihtiyacı olan şeyler bunlar. Kendi kararlarımı bağımsızca ben verdim. Hangi bölümde okuyacağıma, hangi üniversiteye gireceğime, hangi müzik aletini çalacağıma, kimden özel ders alıp, hangi dershaneye gideceğime ben tek başıma karar verdim. Onlar bana güvendiler. Yanlış bir adım attığımı düşündüklerinde bu fikirlerini dile getirdiler ama fikrimi değiştirmem için baskı yapmadılar. Ben düşünüp kendim geri adım attım ya da inat ettim. Yenildiğim, yıldığım zamanlarda ise “Bak biz sana söylemiştik.” demediler. Ayağa kalkıp yoluma devam etmem için destek oldular. Ben küçük yaşımdan beri sevilen ve sayılan bir birey olduğumu hissettim. Bu da ayaklarımı yere sağlam basmamı ve insanları sevmemi sağladı.



Hemen her yaştan insanın en büyük hayali, dünyayı gezmektir. Sadece turistik gezi yapmanın ötesine geçerek, dünyanın değişik yerlerinde belli bir süre kalıp yeni bir yaşam kurmayı seçmiş bir kişi olarak siz, tüm seçimlerinizi ve yaşam deneyimlerinizi gözönüne aldığınızda, gençlere kendilerini bulma sürecinde neler önerirsiniz?

Öncelikle acele etmemelerini. Bir de belki de kendini bulmak diye bir şeyin olmadığını. Ben dediğimiz kişi son derece değişken bir varlık. On dört yaşındaki ben ile kırk dördümdeki ben aynı kişi miyiz? Elbette değiliz. O zaman bulunacak bir ben var mı? Tabii bu çok felsefi bir soru.

Soruyu “Ben hayatta ne yapsam mutlu olurum?“a çevirdiğimizde ise şunu söyleyebilirim: Güne odaklanın. Bunu daha önce de söylemiştim. Hayat günlerden oluşur. Gününü nasıl geçiriyorsan o senin hayatındır. Büyüyünce ne olacaksın, diye sorarlar ya. Bence bu sorunun yanıtı hiç verilemiyor. Çünkü büyüme hiç bitmiyor. Ben sosyoloji bölümünü üniversite tercihlerimin en tepesine yazarken hayatımın tamamını belirleyecek bir karar verdiğimi sanıyordum. Bir bakıma öyleydi ama benim düşündüğüm gibi değil. Sosyolog olacaktım, sonra araştırmacı gazeteci, kenarda köşede kalmış insanların öykülerini yazacaktım. Hayalim buydu. Bu hayale tutunarak test çözüyordum, özel derslere, dershanelere tahammül ediyordum. Sonra o hayalin artık hayalim olmadığı bir dönem geldi. Yeni bir hayal kurdum. Dünyayı gezecektim. Blog yazıp, gezilerimi anlatacaktım. O hayale tutundum bu sefer. Onunla gezdim. Daha sonra yoga geldi. Sonra romanlar. Hayaller sürüyor. Hayaller değişiyor, dönüşüyor. Onlara tutunup bir vagondan diğerine geçiyoruz.

Galiba en çok şunu önermek isterim: Hayal kurmayı asla bırakmayın ve hayallerin peşinden koşmayı. Mutluluğu bulanlar hayalperestlerdir. Cesaret, hayallere inanmaktan geliyor. Yıldığınız zamanlarda size hayallerinizi hatırlatacak, sizin hayallerinize inanan iyi bir dost bulundurun yanınızda, yakınınızda. O elinizden tutup kaldırsın sizi düştüğünüzde. Çünkü hayallerin peşinde günleri işlemek cesaret ister, etrafınızı onlardan güç alacağınız insanlarla çevirin. Cesaretinizi kıranları arka saflara yollayın.


Bir söyleşinizde “Edebiyat, bir yandan bir zihin jimnastiği, öte yandan ötekini anlama yolunda çok önemli bir adım. Ben en çok roman okumayan insandan korkarım! Bir başkasının dünyasını nasıl anlar roman okumayan birisi?” diyorsunuz. Gençlerimize edebiyat dünyasında rehberlik edeceğini düşündüğünüz “10 kitaplık bir Defne Suman Seçkisi” sunabilir misiniz?

Elbette, seve seve.

Ayfer Tunç – Yeşil Peri Gecesi

Murat Gülsoy – Bu Filmin Kötü Adamı Benim

Arundhati Roy – Küçük Şeylerin Tanrısı

Tom Robbins – Parfümün Dansı

Haruki Murakami – Sahilde Kafka

Oğuz Atay – Korkuyu Beklerken

Orhan Pamuk – Masumiyet Müzesi

Pınar Kür – Bir Cinayet Romanı

Leyla Erbil – Bir Tuhaf Kadın

Adalet Ağaoğlu – Ölmeye Yatmak

Yasal Uyarı: Her hakkı http://www.superergen.com’a ait olan özgün içerik, Fikir ve Sanat Eserleri ve Türk Ceza Kanunu kapsamında korunmaktadır. http://www.superergen.com adresine çalışır durumda link verilerek alıntı yapılabilir.

 

Bu Yazın Okuma Listesi

 

Sevgili dostum Ferhan İstanbullu ile buluştuk, yoga, yazı, kadınlık ve son romanım Yaz Sıcağı hakkında konuştuk. Söyleşimizi buradan okuyabilirsiniz.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ferhan-istanbullu/bu-yazin-okuma-listesi-40444207

Version 2

Yoga mı yazıdan, yazı mı yogadan?

IMG_1852Bana sıkça sorulan sorulardan biri yoga ile yazı arasında bir bağ kurup kurmadığımdır. Acaba ciddi bir yoga öğrencisi olmasaydım da yazabilir miydim, ya da yazılarımla yogaya dokunmasaydım bunca yıl sonra hâlâ yogaya şevkle sarılabilir miydim? Tabii ki bunun cevabını kesin olarak vermeme imkan yok ama hayatımda yoga ile yazının sıkı sıkıya arasında sıkı bir ilişki bulunduğu biliyorum. Mesela yoga yapmadığım günler kelimeler kalemimden akmıyor. Ya da iyi yazdığım, ürettiğimden tatmin duyduğum akşamların ertesinde yogamı yaparken kafamın sakin, nefesimin uzun, vücudumun da hem daha yumuşak hem de daha güçlü olduğunu fark ediyorum. Birinin başlattığı akımı diğer yakalıyor, kendine katıyor ve yoga ile yazı iki nehir gibi iki koldan hayatımı besliyorlar.

Bildiğim şey şu ki yoga bana yazmam konusunda cesaret verdi. Hayır, sadece yazmam konusunda değil. Şöyle demek daha doğru: Yoga özgür bir birey olarak kendimi gerçekleştirmem konusunda ihtiyacım olan cesareti içimde bulmamı sağladı. Çünkü ben yaptıklarıyla annesinin gözüne girememiş bir kız çocuğu idim. Geçen gün annem avukat olmuş bir çocukluk arkadaşımdan bahsederken “elle tutulur bir işi var ne de olsa,” diye şaka yaptı, benim işimin (yoga hocalığı) “hafifliğine” dokundurarak . Kalabalık bir sofradaydık. Gülüşüyorduk. Aldırmadım. Hatta esas elle tutulur işin benimki olduğuna dair bir şaka da ben patlattım. Artık annemin sahiden şaka yaptığını ve benimle gurur duyduğunu biliyorum ama bu tip şakaları, hicivleri duyarak büyümüş bir kız çocuğu olarak neredeyse otuz yaşıma kadar yazdıklarımı kimseciklere okuyamadım. Hep birilerinin dalga geçtiğini düşündüm. Uzaklardan kahkahalar duydum. Durduğum yerde terleyip, kızardım. Doldurduğum saman kağıtlarını çekmecenin arkasına ittim.

Sonra işte internet hayatlarımıza girdi ve blog denen bir mecrada ben iç/dış seyahatlerimi yazarken buldum kendimi. Hiç kimse de kötü kötü gülmüyordu. Alay eden de yoktu. Eleştiren, sorgulayan, kavgaya girmek isteyen tek tük insanlar çıktıysa da genel olarak yazı benim hayatıma eşi benzeri bulunmaz bir tatmin ve pırlanta değerinde bir alay öğrenci kazandırdı. Bloğumu açışımın onuncu yılında yoga ve yazı hayatımda ve ilişkilerimde öyle bir iç içe girdiler ki  artık hangisi hangisi besliyor, ben de bilmiyorum.

Yoga zihni keskinleştirip hali hazırda duran duygunun, düşüncenin, inancın, tepkinin arkasında başka bir varoluş biçimi de mümkün mü diye sorduğu için hayatla daha derinden ilişki kurmamı sağlıyor ama edebiyat gibi bir alanım olmasa elimde acaba o ilişkiyi ifade edebilir miyim, yoksa uçar gider, yiter mi boşlukta?

Sense Writing_2.jpg

 

Yoga Sohbetleri

Keçinin Rüyası
Foto: Sertaç Ergin Tasarım: Thinker Belles

Tom Robbins’in bir sözü vardır. Herhangi bir şeye tutkuyla bağlanıp onu benimser, tüm derinliği ile kendinize katarsanız o şeyin yansımaları hayatın her alanında karşınıza çıkar. Ben bunu yoga için söyleyebilirim. Yogayı hem somut tecrübe hem de soyut bilgi olarak öğrenip kavradıkça bu disiplinin unsurlarının ilgi duyduğum bütün diğer alanlarda da varolduğunu görüyorum.

Yoga felsefesi öncelikle insanlık haline ve ilişkilere dair sorular ürettiğinden yaratıcılık, psikoloji, edebiyat, ruh sağlığı ve yazarlığa kadar uzana geniş bir yelpazeyi içeren cevapları da verebiliyor.

Neredeyse on yıl önce bu bloğa yazmaya başladığımda aklımdaki fikir de yoga ile yaşam arasındaki organik bağı hikayelerle anlatmaktı. Bloğun onuncu yıl dönümünde eski öğrencim, şimdiki meslektaşım Çelen Arıman bu yoga-yaşam sentezini sohbetlere dökmemizi önerdi. Ben de kabul ettim. 13 Kasım ile 5 Mart arası beş defa, Pazar öğleden sonraları Çelen’in yeni stüdyosu Yol Yaşam’da (Gayrettepe, İstanbul) bir araya gelip, kendi yoga tecrübemizden yola çıkarak dönüşümün hayatta ve ilişkilerdeki izdüşümüne bakacağız. Konularımızdan bazıları Patanjali’nin yoga sutraları, Bhagavad Gita, Hatha Yoga Pradipika, Ha-Tha yani ay ve güneş yogası, çakralar, nadiler ve vayular olacak.

Yogasever dostları bekliyorum.

Ayrıntılı bilgi: https://www.facebook.com/events/318275545214290/

Toplamda 5 hafta sonu (pazar günleri) 13.00-15.30 arası buluşma

Tarihler :
13 Kasım, 25 Aralık, 22 Ocak, 12 Şubat, 5 Mart

Katılım ve rezervasyon : didecelen@gmail.com
yada 0533 236 85 89

Yetimlerimden Karakterlerime

Lesvos Island, Greece
Foto: Ayse Kaya

Öncesi

Yaratıcı Yazarlık Kursu‘nun ilk derslerinin birinde hocamız Murat Gülsoy, Freud’un “Yaratıcı Yazarlar ve Gündüz Düşleri”* adlı makalesine dayanarak bize kurmaca (edebiyat) yazarlığının aynı çocukken oynadığımız oyunlara benzediğini söyleyince aklıma hemen anılar üşüştü. Hocamız çocukken etrafımızdaki eşyayı kullanarak kurduğumuz dünyaları hatırlattı bize. Sahiden de onun gerçek olmadığını bile bile o dünyayı ciddiye alabiliyor,  içinde zorlanmadan yaşayabiliyorduk.

Yetişkinlerin ve tek kanallı televizyondaki tek renkli haberlerin uğultusunda bile çatal anne, bıçak baba, kaşık çocuk olabiliyor, sofrada büyüklerinkinden uzak ve daha renkli bir dünya kuruluveriyordu. Gazlı boya kalemlerimin bile  her birinin ayrı bir karakteri vardı. Sarı çok mızmızdı mesela, mavi serinkanlıydı, kırmızı şımarık… Hiç oyuncağım olmasa bile on farklı renkteki gazlı kalemi taşıyan o kutu beni saatlerce oyalayabilirdi.

Freud oyun vasıtası ile hayali bir dünya kuran çocuğun bunu arzularını tatmin etmek, hayallerini yaşamak için yaptığını öne sürüyor.** Çocuğun hayali tabi ki büyümek ve bir yetişkin olarak yaşamak. Kendini içinde yetişkin olarak kurguladığı oyunları sayesinde çocuk bu hayalini tatmin edebiliyor. Sahiden de ben küçükken içinde çocuk olarak kaldığım bir dünya kurduğumu hiç hatırlamıyorum. Oyunlarımda hep büyüktüm ben. Yetişkindim. Anne değildim ama öğretmendim, hatta müdire hanımdım. Hem de nerenin? Bir yetimhanenin müdürü! Evet, benim bebeklerim yetim kalmışlardı Öksüzlerdi. Hepsi o yüzden biraz hüzünlüydüler. Ana babaları terk etmişti, onlara bakmak benim görevimdi. Bana hediye gelen her yeni bebeği ilk iş  özenle tuttuğum Ece Ajandama kaydeder, onu yaşına göre bir sınıfa yerleştirir ve diğer bebeklere (yetimlere) tanıtırdım.

Yeni bebeği gruba kattıktan sonra ben artık onların oyunlarına karışmaz, uzaktan seyrederdim. Bizim yetimhane bir tiyatro atölyesiydi. Her hafta, ya da her ay yeni bir oyun sahneye konurdu. Yetimlerim çok yetenekliydiler. Kendi karakterlerinden sıyrılıp o haftanın ya da ayın senaryosunda kendilerine düşen rollerini de başarıyla gerçekleştirebiliyorlardı. Oyun bitince kendi karakterlerine geri dönüp bir sonraki senaryoya kadar dinlenip, gerçek hayatlarını yaşıyorlardı.

Pek çok tek çocuk gibi ben de oyunun başka çocuklarla değil de kendi başına oynanan bir şey olduğunu zannederek büyüdüm. Diğer çocuklar kelimenin tam anlamıyla “oyun bozan”dı. Annem “hadi beraber oynayın” diyerek salonda çay içen bir ahbabının küçük kızını benim odama iteleyecek olsa başımdan aşağı kaynar sular dökülürdü. Bir başkasının varlığı benim ince ince kurduğum ve sonuna kadar sahiplendiğim o dünyadan bir süreliğine, belki tam da yetimlerim çok önemli bir sahneyi oynamak üzereyken, yani ben zevkin zirve anındayken çıkmam demekti. Yetimlerim (ya da çatal bıçak takımım ya da gazlı boyalarım) benden başkasına konuşmazdı. O misafir küçük kız odaya girer girmez onlar susardı. Onlar susunca ben de susardım. Karşılıklı sustuğumuz bir saatten sonra misafir çocuk giderdi de oyun tekrar başlardı.

Kurduğum dünya ben ancak onun içinde tek başıma var olduğumda gerçekti. Başkasının şahitliğinde kapıları kapanıyor, beni de o başkasıyla beraber dışarıda bırakıyordu. Benim yetimler o başkasının huzurunda boncuk gözlü, plastik yanaklı oyuncak bebeklere dönüşüyorlardı.

Benim çocukluğum uzun sürdü. On iki yaşıma kadar bebeklerimle oynamaya devam ettim. Ne kadar şanslıymışım ki ailemden kimse de bana “artık koca kız oldun, hâlâ mı oyuncaklarla oynuyorsun?” demedi ve hatta annemin telefonda halama, “Defne mi? Odasında oynuyor. Evet hâlâ oynuyor. Tabii oynasın, nasıl olsa bir gün gelecek, artık oynayamayacak,” dediğini ve yüreğimin şükranla dolduğunu da hatırlıyorum.

Yaratıcı Yazarlık dersinin devamında Murat Hoca, yine Freud’dan alıntı yaparak insan doğasının asla hiçbir şeyden vazgeçmediğini, sadece bir şeyin yerine başka bir şeyi koyduğunu anlattı.  Hayallerimizden vazgeçmiyorduk. Onları gerçekleştirme arzumuz da içimizde aynı çocukluğumuzdaki gibi yanıp duruyordu. Oyun bitse de hayal kurma yeteneğimizden bir şey eksilmiyordu.

Annemin telefonda halama bahsettiği o gün de bir gün geldi… Gayet iyi hatırladığım bir Cumartesi sabahı gözlerimi açıp yatağın tam karşısında duran “Yetimhane”me baktım ve oradan hiç ses gelmediğini fark ettim. Hemen yataktan atlayıp karşılarına geçtim. Bekliyordum aslında. “Güneşi Uyandıralım***”daki Zeze’nin hayali kurbağası Adam da bir gün onun kalbini terk etmek zorunda kalmamış mıydı? Hüngür hüngür ağlayarak bitirdiğim o kitabın ardından gelen her gün ben de benim yetimlerin kalbimi terk etmek zorunda kalacakları günü korkuyla bekliyordum. Ve işte , her sabah şen şakrak konuşan, geceyi nasıl geçirdiklerini anlatan onlarca bebek plastikleşmiş, cam gibi gözlerle bana bakıyorlardı.

Susmuşlardı.

Terk edilmiştim.

Odamdaki sessizliğin dayanılır tarafı yoktu.

Masaya geçip saman kağıtlara yumulmam o Cumartesiye mi rastlar, bilmiyorum ama o günden sonra ben kıtlıktan çıkmış gibi yazmaya koyuldum. Bebeklerimin sessizliğinde açılan boşluğu, belki de terk edilmişliğimin acısını onların bile bana veremediği bir dünya yaratarak doldurmaya karar vermiştim. Hiç bir bebek hayalimdeki yüze sahip olamıyordu zaten. O kadar da iyi oyuncular değillerdi belki. Rollerine uysunlar diye saçlarını kesmem, yüzlerini boyamam, kaş, kirpik çizip yeni kıyafetler dikmem gerekiyordu. Oysa saman kağıtların üzerinde ilerleyen tükenmez kalemim bana istediğim kişiyi, istediğim renk saçı, gözü, yaşıyla yaratabileceğimi müjdeliyordu.

Freud’un dediği gibi çocuk oyunu bitmişti ama hayaller devam ediyordu.

Sonraki iki yılı iştahla, saman kağıtları yercesine doldurarak, elimde yüzümde hep tükenmez kalem lekeleriyle geçirdim. Ergenliğe adım atan vücudum gibi ruhum da çağlıyor, yazıyor, yazıyor, yazıyordum. Ne yazdığıma hiç aldırmadan ve kimselere okutmayı düşünmeden. Sadece kendi tatminim için. Yazı benden çıkmıştı. Çok eğlenceliydi. Eskiden bebeklerimi taşıdığım sıkıcı misafirliklere gittiğimizde annem ev sahibesine, “Defne’ye bir tomar kağıt ve bir kalem ver yeter” diyordu artık. Çok sevdiğim bir kitabın bitişine üzüldüysem mesela, hemen devamını kendim yazıyordum. Aynı kitaptaki esas karakteri değil de kardeşini merak ediyorsam, oturup onun hikayesini kaleme alıyordum. Okulda hayranlık ve haset arası bir şeyler duyduğum bir abla varsa, onun baş rolü olduğu bir roman çıkarıyordum ki kendimi ona yakın hissedeyim ve hatta bir süreliğine o olabileyim.

Oğlanları ve kalp ağrısını keşfetmeden hemen önceki o iki yıl, on iki ile on dört yaşım, hayatımın en yaratıcı yıllarıydı. Sonra da yazmayı sürdürdüm ama artık duygularımı anlamak için yazılmış, başka yazarlardan etkilendiğim için inceltilme çabasıyla masumiyeti azalmış yazılardı onlar. O çocukluk ile ergenlik arasındaki dönemdeyse (Lolita yıllarında) oyunlardan açılan boşluktan bir deli nehir çağlamıştı. Ne okur vardı aklımda, ne de şiirsellik… Tek bir hedefe kilitlenmişim. Hayalimdeki dünyayı bir an önce kurup, denize dalar gibi ona dalmak ve orada kendimden çıkıp, zaten oyunlardan bildiğim, bir başkası olarak yaşama tecrübesini sürdürebilmek.

O denize korkusuzca yeniden dalabilmem için meğer kırklı yaşlarımı beklemem gerekiyormuş. Bir başkası olarak yaşamaya duyduğum merak ve iştah ise hiç geçmemiş ama su yüzüne çıkabilmek için başka bir geçiş dönemine varmamı bekliyormuş. Gençlikten orta yaşa… Şimdi yetimlerimin yerini roman insanlarım yani romanlarımın karakterleri aldı. Şimdi hayallerimi onlar vasıtasıyla gerçekleştiriyorum. Bu işi nasıl yaptığımı da en iyisi yarınki yazıda anlatayım…

* Sigmund Freud, “Creative Writers and Day Dreaming”, Standard Edition 9, London : Hogard, 1908.

**Bu konuyla ilgileniyorsanız Murat Gülsoy’un Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık (Can Yayınları) kitabını okuyabilirsiniz.

*** “Güneşi Uyandıralım” Brezilyalı yazar Vasconcelos’un ünlü “Şeker Portakalı”‘nın devamı olarak yazdığı kitabıdır.

Bir Hayran Mektubunun Ardından

YazarkenBu sabah e-posta kutuma  “Bir Hayran Mektubu” düştü. Tırnak içinde çünkü e-postanın başlığı (konusu) bu. Çok güzel kaleme alınmış, samimi, sıcak sözlerle dolu bir mektup. Yazılarımı okuyan, satır aralarında kendini bulan, okudukça kaleme sarılan genç bir kadından gelmiş.

Pazartesi sabah dersimden hemen sonra posta kutumda bulduğum bu sıcacık mektubu ayak üstü okuyamayacağımı anlayınca stüdyonun koltuklarından birine oturdum, sindire sindire baştan sonra okudum. Sonra bir daha. Gözlerim yaşlarla, karnımın aşağısında bir bölge de tatmin ile doldu. Geçen yaz geçirdiğim başarısız hamilelik tecrübesinden sonra bugün ilk defa o mektubu okurken hayatta en az annelik kadar beni doyuracak bir (değil iki) meşgalem olduğunu hatırladım. Keşfetmek ve yazmak. Yazmak ve keşfetmek…

Bu yazıyı Bir Hayran Mektubu’nun yazarına adamak isterim.

2007 yazında sanki aramakla bulunurmuş gibi yoga hocamı “aramaya” çıktığım bir seyahat öncesinde sevgili dostum ve o zamanki işverenim David Cornwell benden katıldığım yoga kurslarına dair  Cihangir Yoga’nın bloğuna bir şeyler yazmamı rica etmişti. Annemin bana ilk günlüğümü hediye ettiği 1981 yılından o güne kadar düzenli olarak yazmış olsam da yazılarımı insanlarla paylaşmam kurşun kalemle yazılmış defter sayfalarını üç beş arkadaşın eline tutuşturmaktan ibaretti. David’in teklifini kabul ettim çünkü bana düşünmeden “evet” deme pratiğini o öğretmişti. Bu pratik şöyle bir şey:  Birisi size bir şey soruyor. Siz hiç düşünmeden önce evet diyorsunuz. David’in bana verdiği örneği ben de size vereyim: Ben mesela “David sabah derslerini ben verebilir miyim?” diye soruyorum. O da diyor ki “Evet tabii ama sabah dersimiz yok.” Böylece soru o dakikada gerçekleşmesi imkansız bir şeye dair bile olsa, bir gün o şeyin ihtimal dahiline alınabileceğini belirtmiş oluyorsunuz. Kapıyı hayır diye çat diye kapatmak yerine, olasılıklara karşı aralık bırakıyorsunuz yani.

Ben de işte bu sebeple David’e “evet” dedim. “Evet tabii yazabilirsem yazarım”. İlk durak Zürih. Sonra Londra. Sonra Simi adası. Öyle dolaşacağım, hocaların peşinde. Zürih’teki pansiyonda kuş yuvası bir çatı katı odasında kalıyordum. Eğimli çatının altında, serçelerin dallarına yuva yaptığı koca bir çınara bakan pencerenin önünde bir yazı masası duruyor. Yanımda bilgisayar var ama o zaman daha pansiyonlarda kablosuz internet yok. Bilgisayara yazıp internet kafede kopi-peyst zamanları. Velhasıl masa öyle çekici ki eline kalem almamış adamı bile baştan çıkarır, hiç bir şey değilse bir kartpostal yazdırır. Sabah akşam yoga dersine girdiğim o günlerde öğlenden sonraları kuş yuvama çekilip David’e postalamak üzere başladım “blog” denen şeyi yazmaya.

Dün bizim Bey bana bir yutüb videosu seyrettirdi. Yakışıklı bir genç ekranın tam ortasında durmuş diyor ki “Facebook’ta 412 (sayıyı tam hatırlamıyorum ama o civar) arkadaşım var ama kendimi yalnız hissediyorum.” Sonra da dünyadan kopuk insanların çarpıcı görüntüleri eşliğinde içli bir metin okuyor bize. Sosyal medyada kaybolup da gerçek ilişki kurmayı unuttuğumuz, siber alemlerde takılmaktan güneşi, ayı, yıldızları görmez olduğumuz yaşamlarımızı anlatıyor. Bey çok etkilenmiş, klip bitene kadar tek kelime etmeme izin vermiyor. Klip elbette “telefonu elinden bırak, ekranı kapat, etrafa göz at, yaşamaya bak” nameleri ile sona ererken ben makineli tüfek gibi karşı tezimi savunmaya geçiyorum.

Karşı tezim aşağı yukarı şöyle bir şey:

Zürih’teki kuş yuvası odanın masasında yazmaya başladığım o gün benim hayatım daha öncesinde eşini benzerini bilmediği bir zenginliğe kapılarını açıyormuş. O zaman bilmiyordum. Son yedi yılda internet ve sosyal medya sayesinde satırlarımı, iç dünyamı binlerce insanla paylaşma şansı buldum. Yüzlerce öğrencim oldu. Hemen hepsi beni yazılarımdan bildikleri için dersime gelen. O yüzlerce öğrenciden bir kısmı ile son derece samimi, kaliteli dostluklar kurdum.. Eskiden olsa “bunca yıldan sonra ne konuşacağız, şimdi rahatsız sessizliklerle dolu bir hoşbeşe hiç girmeyeyim” diye düşünerek uzaktan gördüğümde yolumu değiştirdiğim eski dostlara kolayca sarılır oldum. Ne de olsa Facebook’daki fotoğrafları, sözleri sayesinde onları yıllar önce değil, daha o sabah görmüş gibi hissediyordum. Son yedi yılda benimkine benzer ilgi alanlarına sahip onlarca insanla yazıştım, onlardan destek aldım ve bir çoğu ile yüz yüze tanıştım.

Ne güneşi, ne ayı, ne de yıldızları unuttum. Yalnız kalmak istediğimde ekranı kapatıp sokağa çıktım. Arkadaşlarımla buluştuğumda telefonu çantamdan çıkarmak aklıma bile gelmedi.

Makine tüfek gibi bunları bizim Bey’e sayınca o önce sustu, sonra dedi ki,

“Galiba hayatta neye meyil ediyorsak elimizdeki araçları da o yönde kullanıyoruz. Kendinden, doğadan, insanlardan kopacağın varsa internetle de internetsiz de kopuyorsun. Tüketeceğin varsa ha sokakta, ha ebay’de fark etmiyor. Hayata ilham ve samimi ilişkiler bulma niyeti ile dalıyorsan elindeki aracı yine o yönde kullanıyorsun…”

Doğru söze ne denir? Bütün dostluk ve bağlılık görüntülerini içeren bir video yapıp, biz de yutüb’e koymaya karar verdik.

Ben beni sizinle buluşturduğu için internete minnet duyanlardanım.

Sağlıcakla kalın!

Defne

 

Çember

390179_378938868879718_2044961167_n-2Günaydın sevgili okur,

Benim roman tıkandı. Nasıl oldu bilmiyorum. Takır tukur yazıyordum. Geçenlerde anlatmıştım hani. Her sabah iki saat ve her öğleden sonra iki saat olmak üzere günde toplam dört saat ellerimi klavyeden çekmeden yazıyordum, sonra birden durdu. Bunu planlamadığıma inanmayacaksınız biliyorum ama tam 100.000. kelimeyi yazıp da paydos ettiğim akşam tıkandı. Ertesi sabah için heyecanlıydım oysa ki… Son bölüme geçişi ihtişamlı bir yılbaşı balosu ile yapacaktım. Baloya gidecek kişi sanki benmişim gibi hazırlanıyordum. Ama sabah vardiyasında parmaklarımı tuşların üzerine yerleştirdim, bekledim. Tık yok. Bütün girişler kapalı. Arka kapıyı ittim, yok o da yerinden oynamıyor. Yan kapıları yokladım. Pencereleri, bir yerden girmeliyim. Aylardır bu dünyada yaşıyorum. Kaç kişi ile tanıştık, samimiyet kurduk. Nerede bütün bu insanlar şimdi? Yok. Yoklar.

Başarısızlık hissi geldi karnımın ortasına bir tencere pilav yemişim gibi oturdu.

Bu dediğim iki gün önceydi. O zamandan beri bir değişiklik yok. Bütün roman bayramlardaki İstanbul hissini veriyor. Herkes gitmiş, parti bitmiş. Biraz küskünüm. Sanki bir grup insan beni bir süreliğine hayatlarına davet ettiler ve bir gece ortaklaşa verdikleri karar neticesinde bana açtıkları kapıları kapattılar. Kendimi bir hayli de suçlu da hissediyorum. Bir kusur mu işledim? Çok mu burnumu soktum sizin işlerinize? Yoksa şahsiyetlerinize yeterince ilgi göstermeden bir sonraki, bir sonraki olay diye diye sizi kızdırdım mı?

Bilmiyorum. Benimle konuşmuyorlar. Ben o yılbaşı balosunun kapısından geri çevrilmişim gibi bir moral bozukluğu içinde internetin beni oradan oraya savurmasına izin veriyorum. Bütün bağımlılılar gibi orada ne aradığım zevki de buluyorum ne  de ondan vazgeçebiliyorum. Sanki bir sonraki sayfa ya da site karnımdaki o bir tencere pilavı eritecek. Beni balolarından içeri almayan karakterlerin ve bir sabah ansızın beni terk edip giden yazı cininin nefsime indirdikleri  darbenin sızısı geçecek. Sadece o siteyi bulmam gerek. Ya da o Facebook post’unu, ya da o blogu… ya da beni uyuşturacak neyse artık aradığım o internet harikasını…

Ama öte yandan biliyorum ki bu da işte o müdahale etmememiz gereken durumlardan biri. Nereden bildiğimi bilmiyorum ama biliyorum.

Patanjali’nin Yoga Sutra’larında abhyasa ve vayragram diye iki kavramdan söz edilir. Ben derslerimde bu iki kavrama sık sık başvururum çünkü hayatın ve yoganın çok farklı alanlarına uygulanabilirler. Abhyasa- çaba anlamına geliyor. Çaba sarf etmek, etkinlik halinde olmak, yapma etme hali. Vayragram ise bırakmak, teslim olmak, içe dönmek ve izlemek etkinliklerini içeren bir insanlık hali. Bir yoga seansını abhyasa ve vayragram olarak ikiye ayırabiliriz. Ayakta yaptığımız hareketler ve nefes sayesinde uyanan iç enerjinin nadi adı verilen kanallara yönlendirilmesi.  Bu bir yoga seansının abhyasa yarısı. İkinci yarısı ise yere oturduktan sonra çabayı bırakarak gözleme geçtiğimiz zamanlar. Vayragram yarısı. Ya da bu ikili hali hareket anına da yayabiliriz. Ya da mikro düzlemde olur ama olur. Şöyle ki nefes alışlarımız bir çaba, bir yere varma amacını güdüyorsa, nefes verişlerimiz de o vardığımız yere yerleşme, orayı benimseme ve teslim haline taşır bizi. Nefes alışımızla canlanan prana enerjisi abhyasa’nın, nefes verişimizle canlanan apana da vaygram’ın yoganın enerji anatomisi düzeyindeki yansımaları olarak düşünülebilir.

Abhyasa-vayragram ikilisi hayatımıza uyarladığımızda koyduğumuz bir hedefe doğru attığımız kararlı adımlar, benimki gibi vardiya usulü çalışmalar, kendimizi motive etmek için baş vurduğumuz bütün trikler abhyasa halleri. Ne var ki çemberin tamamlanması için abhyasa’nın vayragram ile, vayragramın da abhyasa ile beslenmesi gerekiyor. Sürekli yapma, etme, ileri marş koşma hali ile yol alınca bir yerde benzin bitiyor. İyi ki de bitiyor. Yoksa benim gibi abhyasacılar asla çemberi tamamlayamazlar.

Vayragram, yani o pasif teslimiyet hali benim için tanıdık bir yer değil. Ben hep çok çalıştım. Çocukluğumdan beri saatlerimi oyun, kitap, ödev, telefonda konuşma, televizyon olarak düzenli vardiyalara bölüp yaşadım. En sevdiğim çalgı çalar saat oldu. Bir vardiya bitti, hadi ötekine… Oyunlarımı bile saatle oynadım. Malum sonu belli bir zaman dilimi uçsuz bucaksız zamandan daha kıymetlidir ya… O mantıkla.

İnsan kırk yaşına da seksen yaşına da gelse hep tanıdık olduğu hallere çekiliyor. Hayatta kaçırdığı bütün duyguların, hislerin, hallerin bilmediği alemlerde gizlendiğini bile bile yine gidiyor en tanıdık yere bırakıyor kendini. Çünkü aşina olmadığımız haller ilk evvela huzursuzluk ile birlikte geliyorlar. Bu huzursuzluk hali ilginç bir konu. Başka bir yazıda muhakkak ele almak istiyorum. İlginç çünkü dertlerimizin çoğunun kökü, kaynağı gidiyor kendi huzursuzluğumuza dayanıyor. Başkasının açtığına süper emin olduğumuz yaraları bile mikroskop altına aldığımızda altında kendi huzursuzluğumuz, derinlerde kaynayıp duran endişemiz çıkıyor.

İşte aşina olmadığımız hallere düştüğümüzde ilk fışkıran duygu da huzursuzluk. Üzerini başarısızlık, umutsuzluk, yenilgi sosları ile kaplayıp da servis edebilirsiniz. Ne var yani kendini başarısız hissediyorsan, diye sorabilirsin? Cevabı yine aynı. Başarısızlık beni endişelendiriyor. Neden? Kendimi şey hissediyorum o zaman. Ney? Şey, böyle ne bileyim biraz eksik, biraz ezik. Eksiksem sanki sevilmeyeceğim. Bütün huzursuzlukların dibinde de yeterince sevilmeme korkusu…

Oysa bana şimdi bir öğrencim gelse ve dese ki, “hocam romanımı yazamıyorum. Bu yüzden beni insanların beni sevmeyeceklerini düşünüyorum”, ona bu mantık zincirindeki karışmış devreleri göstermek için elimden geleni yaparım. Ama kendimize karşı o kadar şefkat gösteremiyoruz nedense.

İş kendimize gelince vurun kahpeye…

Şimdi ben bu bilinmez diyar vayragram’a giriyorum. Belki o baloya gitmemem gerekiyordu. Benim karakterler bana kapıyı yeniden açtıklarında tarihin hangi noktasında olacaklar onu bile bilmiyorlar ama ipin ucunu bıraktım. Kontrolü bırakmak da bir diğer bilinmeyen diyar olduğundan da bu da bir hayli endişe uyandırıyor içimde. Ama endişenin yanında bir de hediyesi geldi. Ben ipin ucunu bırakınca birileri tuttu. Ben de kendimi sırt üstü vayragram’a bıraktım…

Bu hafta böyle geçsin. Gelişmeleri haftaya bildiririm.