Zakynthos Yazar Evi’nden Mektubunuz Var

Çok pek sevgili blog okurlarım, sadık dostlarım,

10 gündür Yunanistan’ın Zakynthos adasında bir Yazar Evi’nde kalıyorum. Yazar Evi nedir diyecek olursanız, biz kafamızı sadece yazdığımız metinlere yoralım diye dünyanın çeşitli yerlerine kurulmuş evler diye tarif ederim. Türkiye’de de var. İtalya’daki kimi yazar evleri kaleli, kuleli şatolarda. Oralarda onlarca yazar beraber kalıp akşam yemeklerini uzun masalarda yiyorlarmış (bir zamanlar) diye duymuştum. Bizim Zakynthos Author’s House ise iki odalı bir yazar evi. İki odayı birleştiren alanda açık mutfak ve oturma odası var. Oturma odasında kütüphane. Bugüne kadar buraya gelmiş, burada kalmış yazmış yazarların eserleri kütüphaneye dizilmiş ve tabi pek çok başka kitap da var.

Ben buraya bir bavul kitapla geldim. Araştırmam için gerekli diye düşündüm. Sonra da -tabi ki- o kitapların kapaklarını açmadım, kütüphaneden çektiğim başka bir kitabı okumaya daldım. Pazartesi sabahı bavula doldurup getirdiğim gibi Atina’ya geri götüreceğim.

Kahvaltı Sofrası

Yazar Evi’nde geçirilecek bir süre benim en büyük hayallerimden biriydi. Yaz başında bir gece, ruhumu daraltan günlük hayattan, yakamı bırakmayan kıstırılmışlık hissinden kurtulmak için yattığım yerde Avrupa’daki yazar evlerini araştırdım internetten. Bir de ne göreyim Yunanistan’ın Zakynthos adasında, burnumum dibi sayılacak bir mesafede (ben Almanya’ya, İsveç’e, Cebelitarık’a filan gitmeye de hazırdım) bir yazar evi. Sabaha cayarım diye hemen oracıkta, uykusuz yatağımda başvuru formunu doldurdum. Her yazar evinin kendince şartları var. Bilindik bir yayınevinden basılı en az üç kitabınız olması mesela bunlardan biriydi buraya başvururken.

Sabah uyandım bir de baktım kabul gelmiş. 31 Ağustos-13 Eylül arası seni bekliyoruz diyorlar. Cüzzi bir konaklama ücreti ödüyorsun, yol ve yemek masrafları da cebinden çıkıyor ama olsun. 18 aylık kedili kocalı bir ev yaşamından sonra iki hafta tek başıma kalacağım ve benden tek beklenen şey bu iki haftada yazmak! VAy canına dedim. Ben romanımı bile bitiririm orada iki haftada!

Kedilerin, kocanın bakımı için düzenlemeler yapıldı. Ardımda bıraktıklarımın başına dünyanın yıkılmayacağına ikna olmam biraz zaman aldı. Birkaç defa “ben gitmeyeyim en iyisi” dedim. Ama sonunda gittim. Bensiz de dünyanın döneceğine inanmam lazımdı çünkü.

Buraya vardığımda anneme telefonda dedim ki yarından tezi yok rutinimi oluşturuyorum ve her gün aynı saatte aynı şeyleri yapmak üzere kampa giriyordum. Annem de dedi ki “biraz oluruna bıraksan?”.

İlk planım şöyleydi: Sabah 5:30 kalkış. Brahma Muhurta yakalamaca. Kahve. 6’da yogaya başlama. 7:20’de güneş doğarken yogayı bitirip denize yolculuk. Sabah yüzmesi ve o plajda yazılan sabah sayfaları. 10’da eve dönüş. 11’de yazmaya oturma. 5e kadar yazma. 5te akşam yemeği ve hemen sonra akşam yüzmesi, adayı gezme, vs. Akşam eve dönünce bir saat idari işler. Dokuzda yatış.

Ne kadar masum, ne kadar kolay görünüyor değil mi?

Kaç gün bu plana sadık kaldım dersiniz?

Sıfır

Evet, sanki içimde asi bir ergen yaşıyor. Ben alarmı kurdukça o uyuyor. Ben haydi şimdi plaj saati diyorum, ona ilham geliyor, saatlerce yazıyor. Uyumadan önce yarım saat kitap okuyalım diyorum, elinden telefonu bırakmıyor. Böyle bir ben var benden içeri yani. Benden ötede değil, otuz yıl geride kalmış bir ergen.

Ama yazınca o mu yazıyor ben mi yazıyoruz bilmiyorum. Çünkü ergenimle ben bilgisayar başına geçince yazdık. Epeyce bölümü yoktan varettik. Varolan bölümlerin üzerinden geçtik, tertipledik. Küçük bir okuma grubunda yeni yazılan bölümleri test ettik, onay aldık. O halde yola devam.

Zakynthos Yunanistan ile İtalya arasındaki Adriatik denizinde bir ada. Turkuaz renginde denizi bana Büyükada’yı anımsatan çam ormanları var. Her yer zeytinlik, incir ve çam. Yazar evimiz bir köyde. Sabah yokuş yukarı vurursanız sokaklarında tavukların, ördeklerin, hindi ve hatta tavuskuşlarının gezindiği eğri büğrü yollardan geçiyorsunuz. Zeytin-incir-zeytin-incir-çam-begonvil-zeytin-incir-zeytin-incir diye düşünün ve geceden de biraz yağmur yağmış olsun, sabah güneşinde hepsi koksun. Manzaraya hakim oldunuz mu?

Yazmaktan yorulunca buraya geliyorum. Marathia Plajı

Benim buraya varmamdan iki gün sonra Mikis Theodorakis’in ölüm haberini aldım. Annem telefonda söyledi. O söyleyince arabayla adayı gezdiğim ilk günüm boyunca araba radyousunu ayarladığım ERT 2’nin (Yunanistan’ın TRT2si) neden sadece Theodorakis çaldığı da açığa kavuştu. Bu acı haberi annemden almam da manidar oldu. Beni Theodorakis ile tanıştıran annemdi. Bizim evde plakları vardı ve çok dinlenirdi. Livaneli, Faranduri, Theodorakis üçlüsü çocuk kalbimde pek kıymetli bir hazineydi. Bugün hâlâ üçünün bir araya geldiklerinde icra ettikleri müziği hiç sıkılmadan dinlerim.

Sonra annem Mete babam ile evlendi. Mete babamın arkadaşlarıyla tanıştık ve onlarla uzun otomobil yolculuklarına çıktık. Mete babamın yakın dostları Ayşın ve Atilla Yücel’di. Kızları Yasemin ile ilk görüşte birbirimizi sevmiştik. Artık havamız mı, suyumuz mu, yıldızlarımız mı, mayamız mı bilmiyorum ama bir şeyimiz tutmuştu ve bugüne kadar da hiç kopmadı o gün tutan maya. Dün telefonda hesap ettik. Tam 38 sene önce bir Eylül günü tanışmışız.

Uzun otomobil yolculuklarında biz mayası tutmuş kızları bir arabaya koyarladı. Bizim araba ya da Yücel ailesinin arabası, fark etmez. Biz Yasemin ile arkada yan yana oturduğumuz sürece kimin arabasında gittiğimizin hiç önemi yoktu. Yolları hep çok uzun hatırlıyorum. Saatlerce çam ormanlarının içinden geçerdik, kıvrılan dağ yollarında ilerlerdik. Çok güzel pansiyonlar vardı yolların sonunda. Yasemin ile beni aynı odaya koyalardı. Oysa ne küçüktük. Ne mutluyduk baş başa kaldığımız pansiyon odalarında. Sabah kahvaltıdan sonra yine yollara düşülürdü. Biz bir arabanın arka koltuğunda, dizlerimizin arkasından şıp şıp terler akarken denize gireceğimiz o bakir plajın yolunu gözlerdik.

Tüm bu yollar, yolculuklar boyunca hangi arabada giderksek gidelim Livaneli, Theodorakis, Faranduri üçlüsünün kasedi mutlaka bir defa çalardı. Biz Yasemin ile Türkçe şarkıları çoktan ezberlemiştik. Faranduri ile söyleyecek kadar Yunanca bile ezberlemiş olabiliriz.

Theodorakis’in ölümü üzerine Yunanistan üç günlük yas ilan etti. Ben çam ormanları arasından adayı gezerken ERT2 sadece Mikis’in parçalarını çaldı. Onunla beraber çalışmış müzisyenlerle röportajlar yayınladı. Yediden yetmişe bir ulusun, dört kuşağının birden yüreğinde yer etmiş çok az sanatçı vardır dünyada. İki gün önce Atina’daki tören sırasında binlerce insan yağmur çamur dememiş, içeri alınmadıkları kilisenin önünde saatlerce Mikis Theodorakis’in şarkılarını bir ağızdan söylemişler. Zülfü Livaneli de oradaymış tabii. Yanında Maria Faranduri ile beraber.

Onlar üstatı Atina’da uğurlarken ben de ERT2 eşliğinde arabamı çam ormanlarının içinden enfes renkteki denize indirirken kendimce veda ettim Theodorakis’e. Yunanistan’la ilk temasım onun müziği olmalıydı. Plak kapakları hâlâ gözümün önündedir. Tüm hayatımız boyunca yanımızda yürümüş insanların ölümü beni yalnızlaştırıyor. İçinde beraber yolculuk ettiğimiz trenden tanıdıklarım iniyor. Tanımadığım, çocukluğuma dokunmamış başkaları trene biniyor. Onlarla da anlaşıyoruz elbette ama bir arabanın arka koltuğunda Theodorakis dinlenerek geçen yolculukların hissini bilen dostlarla bağlandığımız yerden bağlanamıyoruz yenilere. Bu da dünyanın hali işte.

Üç günüm kaldı. Pazartesi sabahı Atina’ya, eve, kocaya, kedilere dönüş.

Roman ne vaziyette? İlk taslağı bitirecektik hani? Neye niyet neye kısmet. Üçte birini geride bıraktık. Hızımızı aldık ama bir defa, bundan sonrası heya mola.

Sevgilerimi yolluyorum. Siz de her neredeyseniz oradan bana kısaca yazın olur mu?

Defne.

not: Zakynthos Yazar Evi’yle ilgili bilgi de vereyim azıcık. yazar dostlarım başvurup gelmek isterler belki.

http://authors.house/

https://www.instagram.com/authorshouse/

*This blog is written during my stay at “Author’s House on Zakynthos Island”

Bu güzellik karşısında dili tutuluyor insanın

Tabanlarım Kaşınıyor

Tek başına
Foto: Kokia Sparis

Her yaş günümde, bizim Bey’den bana bir hafta tek başıma tatil hediye etmesini dilerim. Yanlış anlaşılmasın, o tatili finanse etmesini değil, sadece helal etmesini isterim yaş günü hediyem olarak. Yani, ben şu tarihte, tek başıma veya arkadaşlarımla bir hafta filanca adaya, dağa, köye gideceğim dediğimde surat asmasın, “how about me?” krizine girmesin, hayatın bir haftasını bensiz idame ettirecek şekilde madden ve manen hazırlansın diye. O da her yaş günümde bana bu bir haftanın sözünü verir. Hatta beraber hayal de kurarız: Bu seneki yaş günü hediyeni Amorgos adasında geçir, bu sene Monemvassia’ya git, bu sene o çok istediğin Kars seyahatine çık, Büyükada’daki eve kapan vs vs.

Tüm iyi niyete ve hayallere rağmen ben bir hafta kocasız tatil hediyelerimi bir türlü kullanacak fırsat yaratamam. Zaten her ay bir, bazen iki defa yoga dersi vermek üzere Yunanistan’dan Türkiye’ye seyahat ettiğim ve her defasında kocamsız dokuz gün geçirdiğim için o ay içinde bir kez daha yollara düşmek, bir kez daha Bey’den ayrı kalmak istemem. Böyle böyle, aylar ayları ve yıllar yılları kovalar ve ben doğurduktan sonra bebeğiyle mümkün olan en uzun zamanı geçirmek isteyen kadınların hamilelik öncesindeki yıllar boyunca biriktirdikleri izin günleri gibi yaş günü hediyesi kocasız tatil haftalarımı biriktiririm. Şimdi hepsini aynı anda kullanacak olsam, rahat iki ay bir başıma tatile çıkabilirim.

Ocak ayını kendime tatil ilan etmiştim. Türkiye’ye gitmedim. Öğrenciler de bir ay tatilde kendi yogalarına odaklandılar. Ev ödevlerini yaptılar, yapıyorlar (inşallah). Ay sonunda misafir bir hocamızın yoğun bir atölye çalışması, ardından dokuz gün sürecek benim kurslarımla birbirimize kavuşacağız.

Bu tatil bana kırk gün aynı şehirde, aynı evde (bizim evde) kalma imkanı sağladı ki hayatımda çok nadir kırk günün kırkını arka arkaya aynı evde, aynı şehirde geçiririm. Yeni bir kitap hazırlıyorum. Mavi Orman’ın devamı niteliğinde. Onu son haline getirmek üzere içime kapanmak, her gün düzenli olarak metinle buluşmak için ayırdığım bir zamandı. Ayrıca hocalık ve seyahatten uzak bir dönemde kendi yogama da yoğunlaşmak, sabah akşam düzenli olarak serilerimi çalışmak istiyordum. Sosyal medyadan elimi ayağımı çektim. E-postalar ve asistanlarımla mesajlaşmak dışında dış dünyayla pek ilgilenmedim.

İyi gidiyorduk ama sonra hafiften kanım kaynamaya başladı. İlk ve çok sevgili yoga hocası çiftimin kadın yarısı bu durum için “tabanlarım kaşınıyor” tabirini kullanırdı. Evet, benim de tabanlar kaşınmaya başladı. Her sabah aynı yatak, aynı ev, aynı manzara, aynı rutin. Ne yapmalı? Nereye gitmeli? Kaç zamandır Paros adasındaki bir yoga merkezini merak ediyordum. Hem kendim için hem de hocalar için bir keşif gezisine çıkmanın tam zamanıydı. Hatta bu keşif gezisinin tek zamanıydı. Şubattan sonra İstanbul, İzmir, Şirince dersleri, kitap fuarları, kitap gezileri, söyleşiler derken zaman tam gaz geçecekti.

img_0871
Kolibitres, Paros

Kırk günlük  tatilim birinci ayını doldurdu. Yola çıkmak için mükemmel bir zamandı. Küçük çantama Kundera’nın Perde adlı  kitabını, bir boğazlı kazak, bir blucin, bir elbise, bir set de yoga kıyafeti attım. Havaalanından 2018 Man Booker ödülünü kazanmış olan Milkman kitabını aldım. Pervaneli pırpır uçak beni göz açıp kapayıncaya kadar Paros adasına indirdi. Kiraladığım Fiat Panda arabam beni bekliyordu ve uçsuz bucaksız mavilik, katman katman bulutlar, ağ ayıklayan balıkçılar, kış mevsimini uykuda geçiren sessiz, beyaz bir ada.

Otel odasını zevkime ve yogasal ihtiyaçlarıma göre düzenledikten, kitaplarımı, defterlerimi raflara dizdikten sonra çıktım, haritama baka baka bir fırın buldum.

“Sizde nistisimo yiyecek bulunur mu?”

Nistisimo benim Yunancada ilk öğrendiğim sözcüklerden biridir. Tam karşılığı oruç demektir. Türkçede kulağa oruç yemeği tuhaf gelse de Ortodoks Hristiyanların Paskalya öncesindeki kırk günlük oruçları etsiz, sütsüz, yumurtasız bir beslenme rejimi içeriyor. O kırk gün onlar için oruç, benim için bayram oluyor. Çünkü ben çocukluğumdan beri süt ve süt ürünlerinden, yumurtadan tiksinme derecesinde hoşlanmam. Yogaya başladıktan sonra et ve tavuğu da bıraktım. Bir fırında hem peynirsiz hem de etsiz bir şey bulmak o günden sonra baştan başa bir serüvene dönüştü. Özellikle bir türlü patatesli böreği keşfedemeyen Yunanistan’da.

Müjdeler olsun ki girdiğim bu ilk fırında nistisimo ürünler vardı. Manitaropita mesela nistisimo idi ve spanakopita da öyleydi. Zevkten dört köşe bir vaziyette sıcacık manitaropitamı ısırdım. Anladığınız üzere manitar ve pitta’nın bileşiminden oluşan bu kelime mantarlı börek anlamına geliyor. Olağanüstü lezzetliydi. Hemen ikinciyi, üçüncüyü almayı, akşama kadar sadece bu börekten yemeği kurdum. Çünkü tek başıma yolculuk ederken bir lokantaya girip masa donatmayı sevmiyorum. Bilhassa masalarında dört kuşak ailelerin neşeyle yemek yedikleri Yunan lokantalarına girip de tek başıma bir köşeye oturmak hoşuma gitmiyor. Tayland’dayken bu durum bana hiç koymazdı. Üstelik tıpkı Yunanistan’daki gibi Tayland’da da lokantalar hep uzun masalarda oturan kalabalık aileler veya arkadaş gruplarıyla doluydu. Eh, ama o on beş yıl önceydi. Ne alakası var derseniz, şu: Otuz yaşındaki genç bir kadının tek başına yemek yemesi ile kırk beş yaşındakinin tek başına yemek yemesi arasında bir fark vardır. Ben “o kadın” olmak istemiyorum. O kadın orta yaşlıdır. Dünyayı tek başına gezmektedir. Egzotik ülkelerin lokanta masalarında tek başına oturur, şarabını söyler, kitabını açar, okur. Hayatından memnun da görünse, etrafına yaydığı bir yalnızlık dalgası tarafından çevrilmiştir. Saçları kırdır. Erkeklerden ümidi ise kıttır.

Hayır, ben o kadın olmak istemiyorum. O yüzden bir börek alıp denize nazır bir kayaya oturup onu yiyorum. Hoş, istesem de kış uykusundaki Paros’da başımı sokup yemek yiyeceğim bir taverna bulamazdım. Her yer kapalıydı.

img_7117

Yoga merkezini gezdim. Sahibi Sasy ile hemen anlaştık, uzunca bir zaman onunla kaldım. Rüya gibi bir yer yapmışlar. Denize nazır bir yoga merkezi. Nisan ayından Kasıma kadar benim gibi kendi öğrenci grubuna sahip hocaları ve öğrencilerini ağırlıyorlar. Her bir ayrıntısı sevgiyle inşa edilmiş, sade ve çok güzel bir yerdi. En kısa zamanda bir grup ayarlayıp geleceğime söz verdim.

Akşam erken yattım. Sabah gün ağarmadan kalktım. Evden getirdiğim aeropress teşkilatımla kahvemi hazırladım. Odamı havalandırırken lobiye indim. Küçük, şık bir otelde kalıyordum. Özenle ve zevkle döşenmiş bir ada evi. Kundera’nın Perde kitabından bir bölüm okudum. Roman yazarının hikayesini kurarken ayrıntılar karşısında nasıl heyecanlandığını anlatan harika bir bölümdü. Romancı dünyayı kurarken kullandığı ayrıntılarının romanın ileriki bölümlerinde yankılanmasını ister, onları tekrar, tekrar kullanır, diyordu Kundera ve ben başımı sallıyordum. Evet, evet! Hatta ikinci yarı hep bu yankıyı dinleyerek yazılır diyordu. Yine evet evet!

“Onun için en küçük ayrıntı önemlidir, onu bir izleğe, bir motife dönüştürür ve tıpkı bir fügdeki gibi sayısız tekrarlarla, çeşitlemelerle, göndermelerle tekrar tekrar geri getirir.” (Kundera, Perde. Sf 148)

Ben şık otelimin lobisinde kahvemi yudumlar, başımı sallarken ve “mekân tasvirleriniz çok uzun”, “tam hikâyeye girecekken başka bir yere gittik”, “çok ayrıntı var” diye romanlarımı eleştiren okur güruhunu düşünürken Kundera da dedi ki:

“… zaten okuyucu bunu hemen unutacak … ve rafine bir ezgi halindeki müziği filan duymayacaktır. Bu unutuş karşısında romancı ne yapacaktır? Umursamayacak ve okuyucusunun kitaba kendini tamamen vermeden, hızla, unuta, unuta, asla içine giremeden göz gezdireceğini bile de, romanını unutulmayanın yıkılmaz şatosu gibi inşa edecektir.” (a.g.e)

Ne kadar doğru! Nasıl da trajik. Biz kocaman bir dünyaya açılan her bir pencerenin ayrıntısını işlemekle meşgulken, basit bir story, bir macera, peki sonra ne olmuş haydi sadede gel, diyerek okuyan okurla karşılaşmak ne kadar acı. Ama ben de okur tarafına geçtiğinde aynı şeyleri düşünmüyor muyum? Pek çok kereler evet. O yüzden bazı romanları ikinci defa okuyorum. Hikaye merakımı doyurduktan sonra Kundera’nın deyimiyle o şatonun içine girebilmek, orada vakit geçirmek için ikinci, bazen üçüncü, dördüncü defa okuyorum. Ancak o zaman yazarın kurduğu dünyayı anlıyorum.

Kundera’ya dalmıştım. Havanın aydınlandığını fark etmemişim. Sasy ile kahvaltı edecektik. Aynı fırında, aynı manitaropitayla. Yoga için çok az vaktim kalmıştı. Odama çıktım. Minicik bir daire halının üzerinde ısınmaları yaptım ve sonra her daim tutuk ayak bileklerime apana vayunun kara sularının inmesi için farklı şekillerde çöktüm, kalktım. Tabanlarıma, ayak parmaklarıma, ayak bileklerime vücudum ağırlığını bıraktım. Ayağımın üzerindeki enerji gitmeyen yerler sarı, beyaz şeritler halinde belirdi. Enerji fazlasının tıkandığı yerler mor, pembe, kırmızı. Nihayet ateş açılıp da tüm vücudumu ısıtana kadar aynı hareketleri ve udiyana bandaları tekrarladım. Önceki gün mantarlı börek dışında bir şey yemediğim için midem, bağırsaklarım boştu. Udiyanalar şahaneydi. Mayuralık vaktim yoktu ama yapsam eminim o da bir içim su olacaktı. Hocamın ayak bilekleri vücudun kilit noktasıdır, deyişi aklıma geldi. Onlar yumuşadıkça diğer eklemler, kalçalar ve nefes de açılıyordu. Zihnim durulmuş, kaprislerinden arınmıştı.

img_0875
Akşam güneşinde bir dost

Sokağa çıktım. Balıkçılar ağlarını onarıyordu yine. Önlerinden geçtim. Sasy ile yanlış anlaşmışız. O, aynı fırının adanın kuzeyindeki şubesinde beni beklemiş, ben limandakinde. Akşam yemeğe buluşuruz, ne yapalım dedik. O gün Sasy’nin isim günüymüş. Akşam yakın arkadaşlarını yemeğe götürüyormuş. Daveti hemen kabul ettim. Uzun bir masaya dahil olmak istiyordum.

Mantarlı böreğimi yiyip bir manastıra girdim. 100 Kapılı Panayiya (Meryem Ana) manastırı. Daha içeri adım atar atmaz, ruhani havası ciğerime doldu. Ben herhalde bir önceki hayatımda Ortodoks Hristiyan manastırında yaşayan bir keşiştim. Çocukluğumdan beri Büyükada’nın Aya Yorgi tepesi olsun, Fener’deki Kırmızı Kilise (o da ilk olarak kadınların ibadet edeceği bir manastır olarak Moğollu Maria tarafından düzenlenmiş) olsun manastırlar beni daima büyülemiştir. Girdiğim 100 Kapılı Panayiya Manastırı da bana Ayvansaray’daki Vlaherna Meryem Ana Kilisesi’ni hatırlattı. Yanılmıyorsam o da bir zamanlar manastır olarak kullanılmıştı. Ortada ağaçlı bir avlu ve etrafına dizilmiş odalar. Hindistan’ın Rişikeş kentinde kaldığım aşram da aynı bu mimariyle inşa edilmişti.

Odama döndüm. Hava güneşli ve pırıl pırıl olmasına rağmen çok soğuktu. Elementlere maruz kalınca yorgun düşmüşüm. Ne demişler hareket dinginliğe, dinginlik harekete evrilir. Evrenin kuralı budur. Çok sıcak bir duş aldım. “Sabunlanırken suyu kapat, termosifondaki suyu bitirme, elektrik faturasını düşün,” diye söylenen kocanın 160km uzağında olmanın verdiği gönül rahatlığıyla yarım saat sıcak suyun altında durdum. Sonra yatağa girdim. Battaniyeyi çektim boğazıma kadar. Milkman kitabını okumaya başladım. Hiçbir şey anlamadım. Kitapta isimler yok. Middle sister diye biri var. Anlatıcımız. Third brother-in-law ile akşamları koşuya çıkıyorlar. Middle sister’ın bir maybe-boyfriend’i var. Bağlanma sorunu yaşayan erkeğimiz. Bilge bir anne var: Ma. Depresif bir baba var: Da. Yer isimleri de verilmemiş. The land over the water diye bir yer var. Sonra bir de The land over the border var. Ama bunlar ne ola ki? Okuduğum kitaplar hakkında bilgi sahibi olmayı sevmem, arka kapağını bile okumam ama bu defa anlaşılan ufak bir araştırma yapmadan bu şatodan içeri adım atamayacaktım. Battaniyenin altında bir yerlerde laptop bilgisayarım duruyordu. Çıkarttım. Milkman. Bul bakalım Google Efendi.

Ne buldu beğenirsiniz Google Efendi? Guardian’da çıkmış bir eleştiri yazısı. Milkman’in okuması zor, çok zor bir metin olduğundan söz ediyordu. Öyle iyi bir yazıydı ki Milkman’i bırakıp onu okudum. Zor metinleri övmüyordu ama Milkman’i övüyordu. Zor diye bir kitabı kenara atmanın yazık olduğunu , iyi edebiyatla, çok satar arasındaki farkı hatırlamamız gerektiğini filan anlatan sıkı bir eleştiri yazısıydı. Sabah Kundera’nın başlattığı daire kafamda tamamlandı, kapandı. Land over the water’in İngiltere, land over the border’ın İrlanda Cumhuriyeti olduğunu ve Milkman’in 1970li yıllarda Kuzey İrlanda’da, Belfast’ta geçtiğini de öğrenmiş oldum.

Battaniyenin altında gerinirken aklıma bir film geldi: Kadın kocasına diyordu ki, bazen kaçıp gitmeyi hayal ediyorum. Adam soruyor: Nereye? Bilmiyorum diyor kadın. Bir otele. Ne yapacaksın orada? Adam kuşkulu. Hiç, diyor kadın. Bir otel odasında oturacağım. O kadar mı, diyor adam. O kadar, diyor kadın.

Onu o kadar iyi anlıyorum ki! O kadar.

Manastır Yunanca monastiri kelimesinden geliyor. Monos/moni mu tek başına demek.  Manastır da insanın monos/ moni mu  kalacağı yer anlamında kullanılıyor. Arabamı erken inen akşam güneşine nazır tepelerde, kıyılarda sürerken moni mu, yalnız başıma ne kadar huzurlu olduğumu düşündüm. Kafamdan bu yazıyı yazdım. Spotify The Ballad of Lucy Jordan‘ı çalmaya başlayınca gözlerim doldu.  Marianne Faithful’un bu parçasını ben ilk defa Thelma & Louise filminin soundtrack’inde duymuştum.  Thelma& Lousie yaşıtım kadınların hemen hepsi gibi benim de içime işlemiş bir filmdir. Bu şarkıyı ilk dinlediğim on dokuz yaşında “o kadın” olmaktan ne kadar korktuğumu hatırlıyorum. Bu parçadaki “o kadın” yukarıdaki bahsettiğim o kadın değil. Hatta onun tam tersi diyebilirim. Bu parçadaki “o kadın”, otuz yedi yaşına gelip de gençlik rüyalarının hiç birini gerçekleştiremeyeceğini anlayan Lucy Jordan.

Gaza bastım.Yanımda bir kız arkadaşım olsaydı şimdi. Ayşe, Yasemin, Evren, Zeyno, Deniz… Hayatta en çok özlediğim şey gençliğimi bilen bir kız arkadaşla beraber vakit geçirmek.

Akşam yeni arkadaşlarımla yiyip içtiğim erken akşam yemeğinden sonra (yaşasın akşam 16:30’da akşam yemeğine oturan yogacı dostlar!) yine saat dokuzu bulmadan yattım. Hemen uyudum. Ertesi sabah kısa bir yogadan sonra havaalanına, oradan eve döndüğümde ışıl ışıldım.

Kısa bir moni mu arası her eve lazım.

 

fullsizeoutput_34d8
Yuvaya Dönüş, Atina

Hayatımız bir Roman (sa ya?)

IMG_1870.jpgİnsan bir defa roman yazmayagörsün hayatın bir roman, tanrının da onun yazarı olduğu  düşüncesinden kurtulamıyor.

Eğer bu doğru ise, yani biz hepimiz bir romanın kahramanları, karakterleri isek (olamaz mı? bal gibi de olabilir) dertleriniz eskisi kadar büyük görünür mü gözünüze?

Yoga bize bu mesajı verir aslında.

Eğer her şey bir yanılsama ise ve değişimin kendisinden başka sabit bir şey yoksa evrende, bir vakit gelip de uzaktan bakacaksa ruhumuz tüm bu hayatlar, kitaplar, hikayeler silsilesine, dert etmeye değer mi herhangi bir şeyi? Yogadan baktığımızda bu tarz düşünce bir uyanışı simgeler. Tıpkı sevdiğimiz biri vakitsizce öldüğünde, dünyanın düzenine ve kadere isyan ederken önümüzde açılan pencere gibi. Uyanış.

Ama ben şimdi bunu yazmayacaktım sevgili sanga.

Salı sabahından beri düzenim tıkır tıkır işliyor diye çok mutluyum. Ufak tefek sapmaları saymazsak hazırladığım program, sabah yoga, kahvaltı, hava alma ve öğleden sonra odaya kapanıp 4-5 saat okuma, yazma ile iştirak etme düzeni üç tam gün boyunca sürdü. Bugün de dördüncüsü. Sabah, program itibarı ile yoga, kahvaltı, duş, giyinme, Bey’in hazırlığı gibi işleri bitirip hava almaya çıktım. Atina’nın havası bugünlerde bana Ankara’yı hatırlatıyor. Pırıl pırıl bir güneş, insanın derisini kesen kuru soğuk. Bir de üzerine masmavi bir gökyüzü. Ankara’dan farklı olarak çıktığınız bir tepeden ya da terastan görünen ışıltılı deniz.

Evin önünden kalkan troleybüse binip Sintagma Meydanı’nda indim. Sintagma meydanı buranın Taksim meydanı. Yazmıştım. Taksim’in yeşilkenki, çiçek tarhları, fıskiyeli havuzları varkenki eski halini, AKM’den klasik müzik titreşimleri ile alkışların meydana sızdığı zamanlarını hatırlatıyor. Neyse geçelim. Taksim’in bizden çalınması büyük bir acımdır. Ama Taksim, Beyoğlu tarih boyunca bir gruptan çalınıp diğerine verilmiştir. Şimdi olan da odur.

Sintagma’dan aşağı yürüdüm. Ortalık kalabalık. Neşeli insanlar. Cuma neşesi. Kahveler, pastaneler hafta sonu için hazırlanıyor. Public kitapçısından alacağım bir kitap vardı. Ta, ne zaman sipariş etmiştim. Hazır önündeyken girdim. Kitabım beni hâlâ bekliyormuş. Aldım. Public kitapçısının biraz aşağısında bir kuyumcu var. Bir buçuk, belki iki sene önce teki kaybolan küpemden kolye yapsın diye ona bırakmıştım. Sonra bir türlü gidip alamadım. Alamadıkça kafamda büyüdü mesele. Daha da gidemedim. Sanki kuyumcu bana kızacak. Kızım sen neredesin, bu kadar mı kıymet veriyorsun sen el emeği göz nuru incilerine, diyecek. Böyle, böyle inanır mısın Sangacım sen de bir yıl, ben diyeyim bir buçuk, o inci küpe orada bekledi.

Bugün şeytanın bacağını kırdım, girdim dükkana. Meğer ben orada sadece kolye olsun diye bir küpe teki değil, ayrıca küçültülsün diye bir de yüzük bırakmışım. Kuyumcu bir şeyler söyledi. Duymaktan korktuğum şeyleri söylemiş olması çok muhtemel. Ama bir dili yedi yaşındaki çocuk seviyesinde konuşmanın şöyle bir avantajı var: ne dendiğini anlamadığınız zaman gülümsemeye devam ediyorsunuz. Tüm açıklama çabalarınızı, aman sakın ola ki beni yanlış anlamayın kaygılarınızı yavaşça yere bırakmanız gerekiyor. Bıraktıkça anlıyorsunuz ki aslında herkes kendisiyle meşgul.* Yani sizinle ilgili fazlaca da düşünmüyorlar. Parasını ödedim mi, ödemedim mi onunla ilgili o sırada kuyumcu.

Ödedim. Çıktım. Aklımdan size yaza yaza yürüdüm. Bu aralar aklımdan size çok yazıyorum. Yoga yaparken yazıyorum. Yoga yaparken sizinle konuşuyorum. Anlatıyorum. Bakın bugün ne bekledik, ne bulduk. On dakika sabit oturalım dedik, khaki’ye katladık, Surya Namaskara ile başlayalım dedik Chaya Yodha Sanchalanam’da bulduk kendimizi. Anlata anlata gidiyorum ben. Biraz size, biraz da hocama.

Bir kitap daha almak istiyordum ama dükkan ters tarafta kalmış. İçinde sigara içilmeyen sessiz sakin bir kahve var. (Atina halkı AB’nin sigara yasağına çok sıkı isyan etti. Hemen hemen tüm kafeler hâlâ duman altı. Yılın dokuz ayını kaldırıma çıkartılmış masalarda geçiren bir şehir için çok önemli değil belki ama işte geriye kalan o üç ayda içeri adım atamaz oluyor insan.) Kolonaki (Atina’nın Teşvikiye-Maçkası) tepelerindeki Ntemonte cafe ise temiz hava ve huzur yuvası. Organik kekleri, günün çorbaları, sandviçleri, çok şık masaları da var.

Size yazmak üzere buraya geldim.

Hayat bir roman ise ve ben bir roman kahramanı isem, tanrı da bu kitabın yazarı oluyor. (Eğer yazdığım romanlar evrenin bir yerinde hayat buluyorsa, ben de tanrı oluyor muyum bu durumda?) Eğer tanrı bir romanın yazarı ise, ben onun hakkında şunu biliyorum: Karakterlerinin kaderini sen belirlersin ama onlar kendi başlarına bir şey yapmaya karar verdiklerinde de bırakırsın yapsınlar. Bazı karakterler onlar için çizdiğin kaderi beğenmezler. Bazıları isimlerini beğenmez. İsimlerini değişirince konuşurlar, canlanırlar. Bazılarının başına olay örgüsüsü ve nedensellik icabı bir şey gelmesi gerekir. Bazısı ölür bu yüzden. İradeleri hem vardır, hem yoktur. Hayatlarını bir yandan önceden çizilmiş bir olay örgüsü belirler, bir yandan da örgünün ilmekleri atılırken verdikleri kararlar.  In between tam da böyle bir şeydir. (Ayça)

Ne o. Ne o. Neti. Neti. Ne irade, ne kader. Hem kader, hem irade. Ne çaba, ne teslimiyet. Hem çaba hem teslimiyet.

Öğrencilerin en büyük karın ağrısı çaba ile teslimiyet arasında çizilecek sınırı bir türlü kestiremeyişleridir. Çaba genelde istenmeyen bir şeye kendini zorlamak, teslimiyet ise tembellikle karıştırılır. Karın ağrısı da bundan gelir. Kör noktalarına düşen tembelliklerini işaret ettiğimde öğrencilerin büyük çoğunluğu göz yaşları içinde itiraz ederler. Ülkemizde tembellik çok feci bir kabahattir. Tembel olanın sevilmesi söz konusu bile değildir. Tembelliğini işaret eden bir hoca seni kesin olarak sevmemektedir. Hemencecik bir zincir kurulur. Bir gün bunun da yazısını isterim ama hocanın durduğu podyumdan görünen gerçek şudur: tüm öğrenciler sevilesi varlıklardır. Gayretkeş ya da ürkek, girişken ya da çekingen, obsesif veya tembel olmaları bir hocanın yüreğinde uyanan sevgiden son derece bağımsızdır. O kadar bağımsızdır ki hoca bu bağlantıların kurulduğu cümleleri okuduğunda güler.  (Alper)

Öte yandan obsesiflik de tembellik de işaret edilmesi gereken özelliklerdir. Biz kendi başımıza bu özelliklerimizi göremiyor olabiliriz. Güvenilir bir hocanın, yargılamadan işaret ettiği yerlere itiraz etmeye gerek yoktur. Çok az kimse tembel olduğunu kabul eder. Neden? Çünkü sevmediği şeylerin peşinde koşarak zaman geçirmeyi çalışkanlık zanneder. Yıllar önce bir kaç öğrencimle beraber Leros kursu sonrasında hep beraber tatil yapıyorduk. Bir tanesinin günlerce günlerce, belki bir hafta boyunca bir defa bile kendi yogasını yapmadığını fark ettim. Şu kalçam ne zaman açılacak sizce, diye sorduğu anda da tembellik etmekten vazgeçerse çok kısa sürede açılacağını söyledim. Ne tembeli, kim tembel, siz biliyor musunuz ben iş hayatında ne kadar yoruluyorum, şimdi tatildeyken… diye başlayan itiraz konuşmasını itirazsız dinledim.

Yogada çaba (abhyasa) kendimizi sevmediğimiz şeyleri yapmaya zorlarken harcadığımız enerji değil. Teslimiyet (vairagyam) ise o zorunlulukların sonucunda yorgun düşen bünyeyi uyuşturmak, uyutmak değil.  Abhyasa sevdiğimiz şeylere vakit ve kaynak ayırmak için gösterdiğimiz gayret. Sabah yogasına şevkle (Beste’nin hocasının dediği gibi: düşünmeden kalk, düşünmeden kalk) kalkabilmek için akşamdan yapılacak düzenlemeler (erken yatmak, az yemek, uyanınca oyalanmadan, enerji tüken sosyal medya vs ile kaynak yitirmeden “mat”ın üzerine çıkmak). Bu sabah yoga için odamın kapısını, perdesini kapatırken bizim Bey dedi ki, “sanırsın ki her sabah yogaya giderken bir aylık seyahate çıkıyorsun!” Haklı. O bir saat rahatsız edilmemek için ardımda tıkır tıkır işleyen bir ev bırakıyorum ki yokluğum kimsenin dikkatini çekmesin. Abhyasa böyle bir gayret. Teslimiyet, yani vairagyam ise elinden gelen her şeyi yaptığın halde o günkü yoganın önüne çekilen setler karşısında beyaz bayrak açmak. Niyet tamdır ama hastasındır, ateşin çıkmıştır, çocuğun hastadır, çocuğunun sana ihtiyacı vardır, eşinin, dostlarının sana ihtiyacı büyüktür, bürokratik bir mecburiyet çıkmıştır, uçağın sabah erken kalkacaktır. Böyle durumlarda “Durdurun dünyayı ben yogamı yapmadan şuradan şuraya gitmem!” demeden olay örgüsünün icap ettirdiği adımları atmak vairagyamdır(Gülçin, 2 Şubat yazısı doğuyor!)

Bu sabah yogamı bitirdikten sonra boş gözlerle kitaplığıma bakıyordum. Hâlâ alfa dalgalarındaydım. Mutlu bir yogaydı yaptığım. Tanrının (hikayemin yazarının) beni sevdiğine “E, herıld yani!” kuvvetinde inanarak bitirdiğim bir yoga seansını tamamlamıştım. Elim bir kitaba gitti. Emanet Zaman’ı yazarken aldığım ve sonradan sık sık Emanet Zaman ile ismi karıştırılan Emanet Çeyiz adlı kitabı. Emanet Çeyiz’i ben Beyazıt Sahaflar Çarşısı’ndaki bir kitapçıdan almıştım. Kahvaltı sofrasına otururken ortadan bir yeri açtım. Tak, tam da şu aralar yazdığım romanımın kilit sırrına ilişkin bir anı çıktı karşıma. Şaşkınlıkla okudum. Sonra kitabı şöyle bir karıştırdım. Hayır, kitabın başka hiçbir yerinde benim yeni romanın düğümünü çözecek olan o bölge ve o bölgedeki katliamdan bahsedilmiyordu. Sadece benim açtığım bölümde… Bu sahneyi şimdi bir romana koysanız, editörünüz gerçekçi değil diye itiraz edebilir. Ama kahramanı olduğumuz şu hayat denen hikaye, edebiyatı daima sollamamış mıdır?

Okuduğum bölümün izini sürerek ilerledim ve yeni bir solucan deliğine girdim. Ucunun nereden çıkacağını siz yeni roman çıkınca öğreneceksiniz.

Şimdi, günlük programımı sürdürmek adına aranızdan ayrılıyorum. Bu yazıyı baştan okumayacağım. Aranızdan bir hayırsever editör bulduğu yazım yanlışlarını, telaşlı parmaklarımın unuttuğu sözcükleri, anlam kaymaları ile düşük cümleleri toparlarsa çok sevinirim. (Ayça?)

Hepinizi öptüm.

Dolunaya beş var.

Defne.

 

Bu yazı 28günyoga için yazılmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

*Murat Gülsoy’un bir kitabının ismi

 

Hayat Hikayesi

Öncesi

IMG_0172Murat Gülsoy’un Yaratıcı Yazarlık kursunda öğrendiklerimden aldığım ilhamla yazmaya devam…

Hikayede karakter yaratma konusuna kursun sekizinci haftasında geldik ama o noktaya kadar olay örgüsü, mekan tasvirleri ve tabi ki bakış açısı konularını işlediğimiz derslerde karakter hep bizimle birlikteydi. Birlikteydi çünkü bir mekan insansız bile olsa biz o mekanı karakterin gözünden görürüz. Zaten sadece boş mekan anlatan hikaye de olmaz, en nihayetinde insanlar (ya da varlıklar) belirirler. Belirmezlerse anlattığımız şey hikaye değil deneme ya da akademik bir yazıya dönüşür. Uzun lafın kısası karaktersiz hikaye olmaz.

Olmazsa olmazı olduğu için kurguda karakterin yaratımı iki yüzyıldır edebiyatçıların üzerinde yazıp çizmeyi pek sevdikleri bir konudur. Murat Hocamız da hakkını vererek bir bütün dersi “hikayede karakter nasıl yaratılır”a ayırdı. Kursun en ilginç derslerin biriydi bence. Saklambaç’ı ve adı henüz gizli ikinci romanımı yazarken bilmeden kullandığım bir takım yöntemlerden bahsedilmesi ayrıca hoşuma gitti.

Şimdi anlıyorum ki basılmış ilk ve (şimdilik) tek romanım olan Saklambaç’ı el yordamıyla yazmışım ben. Başka yazarlar romanlarını nasıl yazarlar, bakış açısı nedir, söylem nedir, bunların hiç birini bilmiyordum. Bir ilk roman için aslında bir nimetti bu. Edebiyat dışında çok nadir kitap okuduğum için benim için roman yazmak bir ömür hiç durmadan müzik dinlemiş bir kulağın ilk defa enstrüman çalması gibi bir tecrübeydi. Elim bir alıştıktan sonra hikaye, esrarını bugün bile çözemediğim bir içgüdüyle aktı, gitti. Karakterlerin nereden çıktıkları ve onların peşinden sürüklendiğim hikayenin beynimin neresinden çıktığını da hiç bilemedim.

Murat Hoca kurguladığımız karakterlerin hayatlarından kısacık bir kesiti konu alan bir hikaye bile yazsak onların geçmişini bilmemizin öneminden bahsetti. Bu benim gibi aile tarihçesine meraklı, ilk otobiyografisini yazmak için on beş yaşına kadar bile sabredemeyen bir yazarı pek mutlu etti tabii. Saklambaç basıldığında 88.000 kelimeden oluşuyordu, ben ilk taslağı yazıp bitirdiğimde ekleriyle beraber 150.000. Neden? Çünkü Mihrünisa Nine’den aksi Nedim Dedeye , Yazar Enişteden Despina’ya kadar herkesin hayat hikayesini de yazmıştım. Romana belki bir cümlesi eklenecek belki de hiç eklenmeyecek bölümlerdi bunlar. Büyük bir kısmını hiç kullanmadım ama yazarken roman insanlarımın hangi yılın hangi günü nerede doğduklarından okudukları okullara, en sevdikleri yemeklerden, anneleri ölünce ne yaptıklarına kadar epece bir ayrıntı biliyordum.

Doktor Nedim Dede gibi gölge bir tip bile olsa ben o insanı tanımak zorundaydım. Hatta ben onu kendi torunu olan anlatıcımız Eda’dan bile daha iyi tanımak zorundaydım. Torun için o, karanlık arka odada kupon kesen tuhaf bir ihtiyardı. Benim içinse babasını kırmamak için sevmediği Saliha ile evlenen ve biricik küçük kızının ihanetini yara gibi içinde taşıyan gizli bir romantik. Eda’nın bilmediklerini bilmeliydim ki, konuşmadan geçirdiği aylar sonrasında karısıyla küçük kızının didiştiği bir Cumartesi sofrasında birden başını kaldırıp “Saliha, söyle ona konuşurken o bıçağı sallamayı kessin,” diye son sözü koyabilmesinin ağırlığını sofradaki Eda’dan çok biz hissedelim. (Bu Eda’dan çok bilme işinden, “Bakış Açısı” dersinde aklıma gelenleri yazacağım bir yazıda daha fazla bahsedeceğim.)

Hayat hikayelerinin yanı sıra ben bir de karakterlerimin aile ağaçlarını çıkartmıştım, hatta bir ara Çağlayan’la kitabın başına koyalım diye de düşündük. (“Eda’nın Tarih Dersi Dönem Ödevi” başlığı altında- Eda hakikatten de hikaye içinde ailenin soy ağacını çıkarır.) Aile ağacı da hayat hikayesi gibi her bir karaktere üçüncü boyutunu verdi. Doğum yılları, gençliklerini tarihin hangi döneminde geçirmiş oldukları, Cumhuriyet kurulurken, mübadele sırasında, ’80 darbesi yaşanırken kaç yaşında olduklarını bilmek o insanların iç dünyaları ve dünya görüşleri hakkında bana zengin bir kaynak sağladı.

Malum, hikayesini bildiğimiz insan canlanır, bizim onun hakkındaki iki boyutlu fikirlerimizden bağımsızlaşıp gerçek bir varlığa dönüşür. Hayatta da böyle, edebiyatta da. Tanıdığımız insanı yargılayıp, silmek zordur, anlayıp, kabullenmek (sevmek şart değil) ise daha kolay. Anlamadığımız bir insanı yazmak bilmediğimiz bir dersi öğretmeye kalkışmak gibi bir şey. İç dünyasını kestiremediğimiz karakter ezberden yazdığımız (böyle olsa gerek!) iki boyutlu tipler olarak kalıyorlar.

Murat Hoca’nın karakter kurgulama konusundaki bir diğer önerisi de “Karakterinizle vakit geçirin” oldu. Bu da çok hoşuma gitti. Sırf canım 1980lerin başında Türkbükünde bir kış geçirmek istiyor diye Nimet’in Yazar Enişte’nin yanında geçirdiği günlerini saat saat yazmıştım bir defasında. Deniz kıyısında yürüyor, elinde pilli radyo, kolunun altında Suç ve Ceza. Genç, çok genç. Öğleden önce kapıya gelen balıkçıyla pazarlık ediyor, sonra hâlâ uyuyan sevgilisinin koynuna girip güneşin ısıttığı yatakta onunla sevişiyor, kalkıp balıkları pişiriyor, akşam sevgilisi rakı sofrasında sarhoş olunca sıkılıyor, kaygılanıyor ama gülerek bastırıyor korkusunu… Eda’nın gözünden “zavallı teyze”, Leyla’nın gözünde ise “hain anne” olarak gördüğümüz Nimet’i ancak onunla baş başa geçirdiğim bir günün sonunda tanıyabileceğimi sezmiştim galiba.

Ama benim bu konuda yazmak istediklerim şimdi bu yazının kuyruğuna eklenmesin. Çünkü bu konuda sizinle paylaşmak istediğim çok şey var. Bir sonraki yazıya bırakalım bu konuyu isterseniz….

Foto: Görkem Daşkan
Foto: Görkem Daşkan

Çember

390179_378938868879718_2044961167_n-2Günaydın sevgili okur,

Benim roman tıkandı. Nasıl oldu bilmiyorum. Takır tukur yazıyordum. Geçenlerde anlatmıştım hani. Her sabah iki saat ve her öğleden sonra iki saat olmak üzere günde toplam dört saat ellerimi klavyeden çekmeden yazıyordum, sonra birden durdu. Bunu planlamadığıma inanmayacaksınız biliyorum ama tam 100.000. kelimeyi yazıp da paydos ettiğim akşam tıkandı. Ertesi sabah için heyecanlıydım oysa ki… Son bölüme geçişi ihtişamlı bir yılbaşı balosu ile yapacaktım. Baloya gidecek kişi sanki benmişim gibi hazırlanıyordum. Ama sabah vardiyasında parmaklarımı tuşların üzerine yerleştirdim, bekledim. Tık yok. Bütün girişler kapalı. Arka kapıyı ittim, yok o da yerinden oynamıyor. Yan kapıları yokladım. Pencereleri, bir yerden girmeliyim. Aylardır bu dünyada yaşıyorum. Kaç kişi ile tanıştık, samimiyet kurduk. Nerede bütün bu insanlar şimdi? Yok. Yoklar.

Başarısızlık hissi geldi karnımın ortasına bir tencere pilav yemişim gibi oturdu.

Bu dediğim iki gün önceydi. O zamandan beri bir değişiklik yok. Bütün roman bayramlardaki İstanbul hissini veriyor. Herkes gitmiş, parti bitmiş. Biraz küskünüm. Sanki bir grup insan beni bir süreliğine hayatlarına davet ettiler ve bir gece ortaklaşa verdikleri karar neticesinde bana açtıkları kapıları kapattılar. Kendimi bir hayli de suçlu da hissediyorum. Bir kusur mu işledim? Çok mu burnumu soktum sizin işlerinize? Yoksa şahsiyetlerinize yeterince ilgi göstermeden bir sonraki, bir sonraki olay diye diye sizi kızdırdım mı?

Bilmiyorum. Benimle konuşmuyorlar. Ben o yılbaşı balosunun kapısından geri çevrilmişim gibi bir moral bozukluğu içinde internetin beni oradan oraya savurmasına izin veriyorum. Bütün bağımlılılar gibi orada ne aradığım zevki de buluyorum ne  de ondan vazgeçebiliyorum. Sanki bir sonraki sayfa ya da site karnımdaki o bir tencere pilavı eritecek. Beni balolarından içeri almayan karakterlerin ve bir sabah ansızın beni terk edip giden yazı cininin nefsime indirdikleri  darbenin sızısı geçecek. Sadece o siteyi bulmam gerek. Ya da o Facebook post’unu, ya da o blogu… ya da beni uyuşturacak neyse artık aradığım o internet harikasını…

Ama öte yandan biliyorum ki bu da işte o müdahale etmememiz gereken durumlardan biri. Nereden bildiğimi bilmiyorum ama biliyorum.

Patanjali’nin Yoga Sutra’larında abhyasa ve vayragram diye iki kavramdan söz edilir. Ben derslerimde bu iki kavrama sık sık başvururum çünkü hayatın ve yoganın çok farklı alanlarına uygulanabilirler. Abhyasa- çaba anlamına geliyor. Çaba sarf etmek, etkinlik halinde olmak, yapma etme hali. Vayragram ise bırakmak, teslim olmak, içe dönmek ve izlemek etkinliklerini içeren bir insanlık hali. Bir yoga seansını abhyasa ve vayragram olarak ikiye ayırabiliriz. Ayakta yaptığımız hareketler ve nefes sayesinde uyanan iç enerjinin nadi adı verilen kanallara yönlendirilmesi.  Bu bir yoga seansının abhyasa yarısı. İkinci yarısı ise yere oturduktan sonra çabayı bırakarak gözleme geçtiğimiz zamanlar. Vayragram yarısı. Ya da bu ikili hali hareket anına da yayabiliriz. Ya da mikro düzlemde olur ama olur. Şöyle ki nefes alışlarımız bir çaba, bir yere varma amacını güdüyorsa, nefes verişlerimiz de o vardığımız yere yerleşme, orayı benimseme ve teslim haline taşır bizi. Nefes alışımızla canlanan prana enerjisi abhyasa’nın, nefes verişimizle canlanan apana da vaygram’ın yoganın enerji anatomisi düzeyindeki yansımaları olarak düşünülebilir.

Abhyasa-vayragram ikilisi hayatımıza uyarladığımızda koyduğumuz bir hedefe doğru attığımız kararlı adımlar, benimki gibi vardiya usulü çalışmalar, kendimizi motive etmek için baş vurduğumuz bütün trikler abhyasa halleri. Ne var ki çemberin tamamlanması için abhyasa’nın vayragram ile, vayragramın da abhyasa ile beslenmesi gerekiyor. Sürekli yapma, etme, ileri marş koşma hali ile yol alınca bir yerde benzin bitiyor. İyi ki de bitiyor. Yoksa benim gibi abhyasacılar asla çemberi tamamlayamazlar.

Vayragram, yani o pasif teslimiyet hali benim için tanıdık bir yer değil. Ben hep çok çalıştım. Çocukluğumdan beri saatlerimi oyun, kitap, ödev, telefonda konuşma, televizyon olarak düzenli vardiyalara bölüp yaşadım. En sevdiğim çalgı çalar saat oldu. Bir vardiya bitti, hadi ötekine… Oyunlarımı bile saatle oynadım. Malum sonu belli bir zaman dilimi uçsuz bucaksız zamandan daha kıymetlidir ya… O mantıkla.

İnsan kırk yaşına da seksen yaşına da gelse hep tanıdık olduğu hallere çekiliyor. Hayatta kaçırdığı bütün duyguların, hislerin, hallerin bilmediği alemlerde gizlendiğini bile bile yine gidiyor en tanıdık yere bırakıyor kendini. Çünkü aşina olmadığımız haller ilk evvela huzursuzluk ile birlikte geliyorlar. Bu huzursuzluk hali ilginç bir konu. Başka bir yazıda muhakkak ele almak istiyorum. İlginç çünkü dertlerimizin çoğunun kökü, kaynağı gidiyor kendi huzursuzluğumuza dayanıyor. Başkasının açtığına süper emin olduğumuz yaraları bile mikroskop altına aldığımızda altında kendi huzursuzluğumuz, derinlerde kaynayıp duran endişemiz çıkıyor.

İşte aşina olmadığımız hallere düştüğümüzde ilk fışkıran duygu da huzursuzluk. Üzerini başarısızlık, umutsuzluk, yenilgi sosları ile kaplayıp da servis edebilirsiniz. Ne var yani kendini başarısız hissediyorsan, diye sorabilirsin? Cevabı yine aynı. Başarısızlık beni endişelendiriyor. Neden? Kendimi şey hissediyorum o zaman. Ney? Şey, böyle ne bileyim biraz eksik, biraz ezik. Eksiksem sanki sevilmeyeceğim. Bütün huzursuzlukların dibinde de yeterince sevilmeme korkusu…

Oysa bana şimdi bir öğrencim gelse ve dese ki, “hocam romanımı yazamıyorum. Bu yüzden beni insanların beni sevmeyeceklerini düşünüyorum”, ona bu mantık zincirindeki karışmış devreleri göstermek için elimden geleni yaparım. Ama kendimize karşı o kadar şefkat gösteremiyoruz nedense.

İş kendimize gelince vurun kahpeye…

Şimdi ben bu bilinmez diyar vayragram’a giriyorum. Belki o baloya gitmemem gerekiyordu. Benim karakterler bana kapıyı yeniden açtıklarında tarihin hangi noktasında olacaklar onu bile bilmiyorlar ama ipin ucunu bıraktım. Kontrolü bırakmak da bir diğer bilinmeyen diyar olduğundan da bu da bir hayli endişe uyandırıyor içimde. Ama endişenin yanında bir de hediyesi geldi. Ben ipin ucunu bırakınca birileri tuttu. Ben de kendimi sırt üstü vayragram’a bıraktım…

Bu hafta böyle geçsin. Gelişmeleri haftaya bildiririm.

 

Hareketin Bereketi

12894490_10153501184932671_661960630_o-2
Foto: Güler Erendağ

Çok soğuk bir kış sabahı arabayı kahvenin önüne park ettim. İçerden beni arabayı tanıyan kahveci çocuklar hemen amerikanomu hazırlamışlar, ben kuşandığım kat katlarımdan soyunana kadar kahvem masaya varmıştı bile. Dedim, “bu ne lüks servis” böyle. Kahveden benden başka kimsenin olmadığını o zaman fark ettim. Çocuklar sabahın altısında açmışlar, yedi buçukta ben ilk müşteri. Canları sıkılmış.

Bu aralar saat sekizde iş başı yapıyorum. İş başı dediğim yazmaya başlamanın başı. Yeni bir roman üzerinde çalışıyorum. Nasıl başladım hatırlamıyorum. Bilmediğim bir yer ve hiç yaşamamış olduğum bir zamanda geçiyor. Nasıl oldu da böyle bir yola girdi onu da anlamıyorum ya. Yazının kendi başına bir ruhu var. Biz yazarlar o ruhun sadık hizmetkarları olarak cümleleri kurmakla yükümlüyüz. Ancak cümleleri kurarsak yazını ruhu serbest kalıp bu alemde vücut buluyor. En sevdiğim yazarlardan biri olan Jeffrey Eugenides’e soruyorlar, iyi bir roman nasıl yazılır diye. O da diyor ki, “Öncelikle cümle kurmayı bilmek gerek. Cümle kurmuyorsanız roman yazamazsınız. Hepimizin harika fikirleri var ama pek azımız o fikirleri cümleler yolu ile ifade etme yeteneği ve sabrına sahibiz.” Hayran olduğum bu yazar kişi başka bir yerde de şöyle demiş, “Romanlarımı önceden hiç planlayamam. Yazma halindeyken karakterlerim ile birlikte hikayeyi yaşarım. Ve ancak ondan sonra kurgunun nerelere gidebileceğini kestirebilirim.”

Ben de işte böyle tek bir cümle kurdum. Sonra bekledim, ikinci cümle kuruldu. Parmakların kendiliğinden yazı yazması öyle büyüleyici bir süreç ki sırf zevk olsun diye üçüncü bir cümle daha kurdum. Günün sonunda bir iki sayfalık bir şeyler çıkmıştı. İlk romanıma çok benziyor diye düşündüm. Ben durup durup aynı ailenin kadınlarının maceralarını yazmaya mahkumum herhalde. Moralim bozuldu. Sen iki sayfa boyunca cümle üzerine cümle kur, günün sonunda içindeki o memnuniyetsiz varlık çıksın, sana böyle desin, olacak iş mi?

Ertesi sabah… Bir tarafta “memnuniyetsiz ben” her zamanki gibi kollarını önünde kavuşturmuş, saldırıya hazır bekliyor, öte yanda ona karşı savaşmaktan çok bir sonraki cümlenin merakı ile hareket eden bir başka ben yine bilgisayar başındayız. Önceki gün yazdıklarımı okumuyorum bile. Son konan noktadan alıyoruz. Yeni bir cümle. Ha gayret. Bir tane daha. Memnuniyetsiz bir yerlere çekilmiş, sesi soluğu çıkmıyor. O cesaretle bir cümle, hatta bir paragraf daha.. Derken karakterlerden biri bana hiç beklemediğim bir yerden darbeyi vuruyor. Diyor ki İzmir’e gitmemiz gerekiyor. Hayırdır? Olmaz öyle şey diyorum, ben İzmir’i hiç bilmem. Gel İstanbul’da kalalım. Deniyorum da. Bir kaç sayfa daha İstanbul’u zorluyorum. Gitmiyor. Karakter ağlamaklı. “Ben İstanbullu değilim ki,” diyor. “Ya benden vazgeç ya da beni İzmir’e götür. Diğer bütün karakterlerin seni İzmir’de bekliyorlar.”

Memnuniyetsiz ben, karakter ile aramda geçen bu konuşmayı duyunca geri çekildiği köşesinden çıkmış, taarruza hazır bekliyor. Kıs kıs gülerek, “Tamam bittin artık sen diyor. İzmir’de geçen bir roman yazamayacağın ortada. Hayatında kaç defa İzmir’e gitmişsin? Bırak bu işleri. Otur da bloglarını yaz zaten. Olmayacak duaya amin dedin, gerisini de ihmal ettin.”

Haklı galiba. Vazgeçeceğim. Zaten benim karakter sadece İzmir’e gitmek istemekle kalmıyor, bir de 20. Yüzyıl başında doğmuş, hikayeye oradan başlamamı talep ediyor. Hay Allah. Öyle de tatlı, öyle de ilginç bir tip ki… Ama bu işin oluru yok bebeğim. Keşke başka bir yer ve zamanda karşılaşsaydık.

Tam vazgeçmiş, bildiğim zaman ve mekanlarda geçen yeni bir roman yazmaya ikna olmuşum, ilahi müdahale eposta kutuma düşüyor.

Sevgili Defne, seni Kasım ayı roman yazma maratonuna davet ediyoruz. Sitemize üye olduktan sonra tek yapman gereken Kasım sonuna kadar romanının 50.000 (elli bin) kelimesini bitirmen.

Hımmm, ilginç bir teklif… Kim bu maratoncular diye biraz araştırıyorum. Tabii ki Kaliforniyalı gençler. Kasım Roman Maratonu fikri 1990lı yıllarda akıllarına düşmüş. Anladığım kadarı ile sarhoş bir gecede, “yapar mıyız? Yaparız oğlum. Bir ayda roman yazar mıyız? Yazarız oğlum. Elli bin kelimelik bir şey çıkarırız. Gönülçelen mesela elli bin kelimelik bir roman. Biz de yazar mıyız? Yazarız oğlum,” ile başlayan bir sohbetin devamında doğmuş bu maraton. Çocuklar ertesi sabah bir kahvede buluşup başlamışlar ilk cümlelerini kurmaya. Sonraki gün yine bir araya gelmişler. Sonraki gün yine… Bir kaç tanesi o ikinci haftanın ortasında vazgeçmiş. Devam edenler ise ikinci haftadan sonra açılan kanallara şaşıp kalmışlar. Ay sonunda 50.000 kelimelik romanları saklandıkları yerden çıkıp vücut bulunca bu işi her sene yapmaya karar vermişler.

Ertesi yıl daha kalabalık bir grupmuş. Sonraki yıl biraz daha kalabalık… Derken 2013 yılına geldiğimizde, internetin de yardımıyla bütün dünyada 60.000 kişilik bir maraton grubu oluşmuş. Benim o vakte kadar haberim yok. Önce biraz burun kıvırdım. “Aman ne bu böyle? Çocuk muyuz?” larla başlayıp “bir ayda 50.000 kelime yazamam ki” korkusuna doğru uzanan bir seri bahane. Hepsi memnuniyetsiz ben’in eseri tabii.

O sırada ilahi müdahale iki geliyor. Benimle aynı kahveye gelip roman yazan bir adam var. İsmi Gordon. Siyaset bilimi profesörü. Üniversitedeki dersine gitmeden önce kahveye gelip romanını yazıyor. Yazmadığımız anlarda göz göze gelirsek, birbirimize gülümseyip, hal hatır soruyoruz. İşte o anların birinde Gordon, bana demez mi, “Kasım ayı Roman maratonundan haberin var mı?” Meğer o da katılıyormuş. Katılmak dediğim sadece söz veriyorsunuz, o kadar. Bir de her akşam sitelerine gidip o gün yazdığınız kelime sayınızı rapor ediyorsunuz. Dünya genelinde maratona katılanlara göre nereye düştüğünüzün istatistikleri geliyor.

Şimdi koskoca Gordon’un da katıldığını duyunca benim memnuniyetsiz bir huzursuzlandı. Bu arada kasımın ilk haftası dolmak üzere, katılmayı düşünüyorsam günde 1760 kelime yazmam gerektiğini söylüyor istatistikler. Moral sıfır. Karakter “İzmir 1920’den şaşmam, beni doğduğum memlekete götürmezsen konuşmam”, diyor. Kasım ilerliyor. Ya yenileceğiz, ya kazanacağız. Memnuniyetsiz ile karşılıklı öyle bir noktada duruyoruz.

Hal bu iken bir üçüncü ses, duymaya alışık olmadığım tatlı ve şefkatli bir ses, iki uç durum arasında kaldığımızda bize bir üçüncü yol daha bulunduğunu hatırlatan o ses kulağıma fısıldayıp diyor ki,

“İstersen bir başla, devamı gelmezse bırakırsın. Bu roman çıkmak istemiyorsa zaten çıkmaz.”

Bu üçüncü ses pek sık konuşmaz ama konuştuğunda hep çok bilgece şeyler söyler, hiç aklıma gelmeyen o en basit çözümü sunar. İnsanın içine su serpen o sakin dostlar gibi.

Böylece başladık. Yazının hizmetkarlığına soyunan ben, memnuniyetsiz, üçüncü ses ve İzmir’li karakter. Hep beraber daldık maratona. Benim daha ilk yüz metrede soluğum kesildi. Neyse maratoncu çocuklar sağ olsun, futbol koçu gibi her gün eposta yolluyorlar.

“Ha gayret Defne. Dün yazdıklarını bugün okuma Defne. Sadece yaz, yaz, yaz. Arkana bakma, ileri marş. Mühim olan kelime sayısı. Her gün daha çok kelime. Evet yapabilirsin, biz biliyoruz. Takıldıysan bak ünlü yazarımızın şu makalesini oku…” vs vs.

“Yahu gidin başımdan,” diyorum ama bir yandan da tavsiye ettikleri makaleyi okuyorum. Eugenides’in tavsiyelerini de o ara öğreniyorum işte.

Ve bu arada İzmir, Smyrna, Smirni… Sokakları, kokuları, bereketi, çan sesi, üzümleri kadınların kahkahaları ve meydanlarında çınlayan onlarca farklı lisanı ile önümde açılıyor. Ben doğmadan çok önce yerle bir olmuş çok renkli, çok sesli bir başka dünyaya duyduğum hasret, hayal gücüm İzmir’in yangından önceki güzelim sokaklarında, köşklerinin bahçelerinde, rıhtımdaki kafelerde gezinirken biraz olsun duruluyor. Geceleri ben başımı yastığa koyuyorum, bizim Bey bana romanlar okuyor. O zamanlarda İzmir’de geçen… Hayal gücüm beslensin, zihnimin gün yüzü görmemiş köşelerindeki karakterler can bulsun diye. Onu dinlerken ben uyuya kalıyorum. Rüyalarımda İzmir, Smyrna, Smirni…

Sabaha yeni cümleler hazır. Ben yazının hizmetkârıyım. Sabah 8’den iş başı. 10’a kadar elleri klavyeden çekmek yok. Öğleden sonra iki saatlik yazı vardiyası daha… Günde 1760 kelime de neymiş? Ben iki binlerin üzerindeyim artık. Memnuniyetsiz ben şaşkın. Hiç beklemezmiş benden böyle bir bereket. Eh, diyorum ben de sana uyup, durduğum yerde düşünmeye devam etseydim her gün iki bin kelimenin üzerinde yazı yazabileceğimi ben de hayatta tahmin etmezdim.

Daha kim bilir neler var kendime dair, sırf durduğum için keşfetmediğim. Artık her gün en az iki bin kelime yazıyorum. İzmir’li karakterim ona güvendiğim için hayatından memnun, beni her gün yeni birileri ile tanıştırıyor.

Tıpkı yoga gibi yazı da düşüne düşüne çıkmıyor. Zaten bana öyle geliyor ki hiç bir şey düşüne düşüne çıkmıyor. Yazı, ya da bir sanat eseri, ya da verilecek bir karar… Hepsi ancak biz harekete geçince saklandıkları yerden başlarını çıkarmaya başlıyorlar. Uzun uzun düşünüp karar vermeye, plan yapmaya, kurguya kalkıştığımızda karşımıza sadece içimizdeki o memnuniyetsiz varlık çıkıyor. Maratoncuların amacı da bu zaten. Memnuniyetsiz egoya konuşma fırsatı vermeden devam etmemizi sağlamak. Çünkü ego harekette un ufak oluyor, durağanlıkta ise iyice semiriyor. Durdukça kendimize, yeteneğimize ve yapabileceklerimize dair inancımız köreliyor. Bilinmeyene doğru adım atıp onun içinde ilerlemeye başlayınca tahmin etmediğimiz kadar güçlü, yetenekli ve hatta şanslı olduğumuzu hissediyoruz. Bu da önceden planla, tahminle, falla filan olmuyor.

Hem bakın zaman duruyor mu? Harekette bereket olduğunu bilir gibi durmadan ilerliyor…Önümüze yeni bir yıl daha serdi bile.

Durmak mı? Yoksa bilinmezliğin kuyusuna doğru ip sallandırmak mı? Atılacak adımları düşünmek mi yoksa onları atmak mı?

Bana öyle geliyor ki şahsi hikayelerimizin ötesinde verilecek en temel karar budur.

Hepinize hareketli, bol keşifli, yaratıcılığın memnuniyetsiz seslerden kendini bağımsız kıldığı, neşeli, sağlıklı bir yeni yıl diliyorum!

 

Uzakları Yakın Etmek

408499

Portland’dan İstanbul’a uzanan yol dünya üzerinde yapabileceğiniz en uzun uçuşlardan biri. İlk ayağı on bir saat sürüyor. Kutupların üzerinden dönüp kuzey Amerika’dan kuzey Avrupa’ya iniyoruz. Oradan sonrasına çantada keklik gözüyle bakıyoruz ama aslında en zor kısmı –benim için- ondan sonrası. Tam uyku saatime denk gelen bir zamanda, kuzey Avrupa’da gün daha yeni başlıyor. Sadece ışığın, güneşin varlığı değil, güne yeni başlayan insanların hızı ve telaşı da perişan ediyor beni, tam yatakta olmak istediğim saatlerde. Amsterdam Schippol Havaalanında benim gibi saati geldi mi muhakkak uyumak zorunda olanlar için hücreler var. Vapur kamarası gibi odalar ama penceresiz. Bir yatak, bir banyodan ibaret hücreler. Bir siz, bir de orta büyüklükte bir el bagajı sığar o kadar. Bir kaç saat sonra Amsterdam’a indiğimizde hücremize çekileceğiz. Akşama kadar uyuyacağız orada. Ancak ondan sonra İstanbul uçağına binecek hale geleceğiz.

Hareketsizlik, açlık, susuzluk değil, uykusuzluk benim için yolların en zor kısmı.

Bu uzun uçuşu kafamda üçe bölmeyi seviyorum. İlk 3 saatte heyecanlıyız. Bey ile kıkırdaşıp, sohbet ediyoruz, çay kahve, yemek servisi oluyor. İkinci  saat dilimine başlarken yavaş yavaş herkes kendi dünyasına çekiliyor. Bu dilim dört saat sürüyor. Son dilimde (o da dört) saat artık gözler kanlanmış, üretkenlik düşmüş, midedeki gaz balon yapmış oluyor…Belki bir film, belki biraz kestirmek…

Biz ikinci dilime başlarken Bey karşımızdaki ekranda gösterilen berbat filmi seyretmeye daldı. Ben iniş, kalkış ve ikaz ışıkları yandığında kapatmak zorunda olduğumuz elektronikler yüzünden kindle’dan rahat rahat okuyamam diye evden çıkarken el bagajıma bir de kağıttan kitap atmıştım.  Oya Baydar’ın O Muhteşem Hayatınız romanı. Bey berbat filmine dalınca ben de OMuhteşem Hayatınız‘ı koklaya, okşaya okumaya başladım. Daracık koltuklar arasında simit, çatak, saray burması şekillerinden birinden diğerine girdiğim dört saatin sonunda romanı bitirmiştim.

Bitirdiğimde koltuklar arasındaki dar koridorda yürüyüşe çıktım. Bilgisayarlarına ya da ekranlarına bakmayan uyanık insanlar yanlarından geçerken  beni şöyle bir incelediler. Beni almış bir düşünce. Bir değil bin düşünce…Çok şey var kitapta. Şimdi size romanı anlatacak değililm, korkmayın, tek kelime bile etmeyeciğim kurgusu hakkında! .  Çok iyi bir roman bir kere. Oya Baydar zaten çağdaş Türk edebiyatı dünyasındaki yeri sağlam bir yazar. (Ayrıca çok sevdiğim, ergenlik yıllarımda beri elimden tutmuş olan bir teyzemdir de.)

***

Roman farklı yönlere, yörelere götürüyor bizi. ‘38 Dersim soykırımı etrafında dönüyorsa da, trajediyi olgunlukla, drama dökmeden yansıtıyor. Topraklarımızda yaşanmış acılar ve yerlerde sürünen farkındalığımız içimi yaktı elbet. Kendi kuşağımın bilgisizliği, ilgisizliğ, vakitsizliği…Beyni yıkanmış bir kuşağız biz. Yıkanmış ve sonra geçmişe bakan pencereleri sıkı sıkı kapanmış. Bir kaç saat Amsterdam’da uyuyacağımız hücre gibi, gerçeklikten kopmuş. “Görmüyorum, öyleyse yoktur” diyen bir kuşak.

Neyse ben şimdi soykırımları, sürgünleri, zorunlu mübadeleleri ve bütün bunların Lise 1 Milli Tarih kitabındaki metinlerde anlatıldığı gibi yaşandığına sahiden inanan biz saftirikleri yazmak için geçmedim ekran karşısına. Aklıma takılan düşünce siyaset, tarih veya sosyoloji ile ilgili değil, yogaya dair bir düşünce.

Bir düşünce de değil, bir sıkıntı aslında. Nadiren çıkar su yüzüne. Hindistan’da gezerken Türk ve yoga öğrencisi olduğumu öğrenen Müslüman bakkalın yüzünde beliren hayal kırıklığını gördüğümde de içime aynı sıkıntı yayılmıştı. Sonra Hindistan’ın farklı yerlerinde, farklı insanlardan duyacağım soruyu ilk önce otelin köşesindeki bakkal sormuştu bana:

“Müslümansan neden yoga yapıyorsun? Namaz kılsana!”

Yok, içime yayılan sıkıntı neden namaz kılmadığımla ilgili değil. Tek tanrılı, kurumsallaşmış, organize dinlere gönlüm hiç akmadı. Dogma yerine tecrübeyi tercih ettim. Hayatımda hiç namaz kılmadım ama kendimi bildim bileli dua ederim. Kiliseleri, Hindu tapınaklarını, sinagogları da camileri sevdiğim gibi severim. Hepsinde ilahi olana dair bir iz, bir his vardır. Kendimi sahiden de tanrıya yakın hissederim. Tek tanrılı dinlerin tasvir ettiği gibi bir cennete, cehenneme inanmaya yüreğim el vermez. Esirgeyendir benim yüreğimde Tanrı. Korku değil, sevda hissederim O’na karşı. Dini hayatlarına katmamayı seçmiş bir ailenin içinde büyürken,  kendi inancım ve ilahi olana aşkım bütün organize dinlerin uzağında, yüreğimde filizlenmiştir.

Ne ile ilgili peki o zaman Hintli bakkalın sorusunu duyduğumda, Oya Baydar’ın romanını okuyup bitirdiğimde karnımda hissettiğim sıkıntı?

Ben, çoğunuzun bildiği üzere, yogya başladığımda inancımı tandım. Çocukluğumdan beri yüreğimde büyüttüğüm Yaradan aşkı, yoga yaptığım ilk gün vücuda geldi, anlaşılır bir tecrübeye dönüştü. O günden beri evrenin sırlarına kulak vermek ve kendi yüreğimde saklı sevda ile buluşmak için hergün yoga yapar oldum.

Doğrusunu isterseniz, başka yol bilmediğimden ben yogayı seçtim.

İçimdeki sıkıntı beni kendime, herkese, ve bütün aleme kavuşturan bu yolun kendi kültürümden çok uzaklarda bir yerlerde çıkmış olmasından kaynaklanıyor. Yoga inancına göre her insan tabiatı itibarı ile Yaradan ve kainat ile buluşma, birleşme tecrübesine sahip olabilir. Bu düşünme yeteneği, üreme güdüsü gibi zamandan ve mekandan bağımsız olarak bütün insanlara verilmiş bir hediyedir. Doğru yolda yürüdüğün takdirde Hakikat’e kavuşacaksın.

***

Peki ben neden bu yuvaya dönüş hissini yoga vasıtası ile yaşıyorum? Neden birleştiren, yumuşatan, öze döndüren bir inanç bana atalarımdan geçmiyor?  Çünkü, romanda vardı o insanlar. Yüreğimde yoganın yeşerttiği hisleri bilenler, anlayışı ve bilgeliği tanıyan, benim yürüdüğüm yolda yürüyen insanlar vardı. Dogmaya değil, tecrübeye inanan, ezberden değil yürekten dua okuyan. Burada, benim doğup büyüdüğüm ülkede yaşıyordu o insanlar. Aralarında aylarımı geçiriğim Himalayar gibi dağların çevrelediği diyarlarda yaşayan, Yaradan’ı kitaptan değil, yürekten bilen insanlar vardı.

Bir kaç yıl önce Oya Baydar’ın da içinde bulunduğu bir grupla Meksika turuna katılmıştım. Otobüste yan yana düştüğümüz bir sabah bana yoga hakkında sorular sormuştu. Annemlerin arkadaşları genelde benim yogayla ilişkimi bir “heves” olarak görürler. Yılbaşı toplantılarında filan “Hadi Defne bize yoga yapsın”lara kadar gider muhabbet. O kadar yani. Oya Teyze’nin o günkü ciddi ilgisi beni hem şaşırtmış, hem de sevindirmişti. O Muhteşem Hayatınız’ı okurken tinselliği daha da araştırmış ve iyice içselleştirmiş olduğunu anladım.

Biz Milli Tarih kitabına inanan saftiriklerin ancak Himalayalardan inip Amerikaya giden, oradan Avrupa’ya ve sonunda Türkiye’ye gelen “modern yoga” vasıtısası ile kırıntısını tadabildiğimiz bütünlüğü, alemin ritimden, titreşimden ibaret hakiki tabiatını bu üllkenin Himalayaları arasında yaşayan insanlar binlerce yıldır biliyorlar. Sır’ı müziklerinde, ağıtlarında,  gönüllerinde saklıyorlar.

Tanrının dışarıda değil, içeride, bedende, yürekte, karın boşluğunda yaşadığı inancı…İnancın kitapsızlığı, ayetsizliği, tecrübeye ve sadece o ana ait olması. Aydınlanmanın hakikatin önündeki gölgelerin çekilmesi anlamına gelmesi…O’na giden yolların sır ve nihayet oraya varıldığında tecrübe edilenin “sır” olarak tabir edilmesi. Gün doğumunda, güneş vasıtası ile Yaradan’ın selamlanması, O’na giden yolun Ses’ten, ilahinden, ritimden, gönülden geçiyor olması…

Uzaklara gitmeye gerek…Kulak verin duyacaksınız. Toprağa kulak verin. Atalarınızın ağıtlarını dinleyin. O kalabalık yoga sınıflarında ter içinde hissettiğiniz huzuru, tatmini, onların sesinde duyacaksınız.

Uzaklara gitmek değil, gözlerimizi açmamız, varolana kulak vermemiz gerek.

Çağımızın bence en iyi yoga hocalarından biri olan Richard Freeman’ın da söylediği gibi,

Yoga dinlemekle başlar…

Bir dinleyin, can dostların sesini tanıyacaksınız…

Kalemine sağlık Oya Teyze, uzakları bize yakın ettiğin için teşekkürler!