İnsan bir defa roman yazmayagörsün hayatın bir roman, tanrının da onun yazarı olduğu düşüncesinden kurtulamıyor.
Eğer bu doğru ise, yani biz hepimiz bir romanın kahramanları, karakterleri isek (olamaz mı? bal gibi de olabilir) dertleriniz eskisi kadar büyük görünür mü gözünüze?
Yoga bize bu mesajı verir aslında.
Eğer her şey bir yanılsama ise ve değişimin kendisinden başka sabit bir şey yoksa evrende, bir vakit gelip de uzaktan bakacaksa ruhumuz tüm bu hayatlar, kitaplar, hikayeler silsilesine, dert etmeye değer mi herhangi bir şeyi? Yogadan baktığımızda bu tarz düşünce bir uyanışı simgeler. Tıpkı sevdiğimiz biri vakitsizce öldüğünde, dünyanın düzenine ve kadere isyan ederken önümüzde açılan pencere gibi. Uyanış.
Ama ben şimdi bunu yazmayacaktım sevgili sanga.
Salı sabahından beri düzenim tıkır tıkır işliyor diye çok mutluyum. Ufak tefek sapmaları saymazsak hazırladığım program, sabah yoga, kahvaltı, hava alma ve öğleden sonra odaya kapanıp 4-5 saat okuma, yazma ile iştirak etme düzeni üç tam gün boyunca sürdü. Bugün de dördüncüsü. Sabah, program itibarı ile yoga, kahvaltı, duş, giyinme, Bey’in hazırlığı gibi işleri bitirip hava almaya çıktım. Atina’nın havası bugünlerde bana Ankara’yı hatırlatıyor. Pırıl pırıl bir güneş, insanın derisini kesen kuru soğuk. Bir de üzerine masmavi bir gökyüzü. Ankara’dan farklı olarak çıktığınız bir tepeden ya da terastan görünen ışıltılı deniz.
Evin önünden kalkan troleybüse binip Sintagma Meydanı’nda indim. Sintagma meydanı buranın Taksim meydanı. Yazmıştım. Taksim’in yeşilkenki, çiçek tarhları, fıskiyeli havuzları varkenki eski halini, AKM’den klasik müzik titreşimleri ile alkışların meydana sızdığı zamanlarını hatırlatıyor. Neyse geçelim. Taksim’in bizden çalınması büyük bir acımdır. Ama Taksim, Beyoğlu tarih boyunca bir gruptan çalınıp diğerine verilmiştir. Şimdi olan da odur.
Sintagma’dan aşağı yürüdüm. Ortalık kalabalık. Neşeli insanlar. Cuma neşesi. Kahveler, pastaneler hafta sonu için hazırlanıyor. Public kitapçısından alacağım bir kitap vardı. Ta, ne zaman sipariş etmiştim. Hazır önündeyken girdim. Kitabım beni hâlâ bekliyormuş. Aldım. Public kitapçısının biraz aşağısında bir kuyumcu var. Bir buçuk, belki iki sene önce teki kaybolan küpemden kolye yapsın diye ona bırakmıştım. Sonra bir türlü gidip alamadım. Alamadıkça kafamda büyüdü mesele. Daha da gidemedim. Sanki kuyumcu bana kızacak. Kızım sen neredesin, bu kadar mı kıymet veriyorsun sen el emeği göz nuru incilerine, diyecek. Böyle, böyle inanır mısın Sangacım sen de bir yıl, ben diyeyim bir buçuk, o inci küpe orada bekledi.
Bugün şeytanın bacağını kırdım, girdim dükkana. Meğer ben orada sadece kolye olsun diye bir küpe teki değil, ayrıca küçültülsün diye bir de yüzük bırakmışım. Kuyumcu bir şeyler söyledi. Duymaktan korktuğum şeyleri söylemiş olması çok muhtemel. Ama bir dili yedi yaşındaki çocuk seviyesinde konuşmanın şöyle bir avantajı var: ne dendiğini anlamadığınız zaman gülümsemeye devam ediyorsunuz. Tüm açıklama çabalarınızı, aman sakın ola ki beni yanlış anlamayın kaygılarınızı yavaşça yere bırakmanız gerekiyor. Bıraktıkça anlıyorsunuz ki aslında herkes kendisiyle meşgul.* Yani sizinle ilgili fazlaca da düşünmüyorlar. Parasını ödedim mi, ödemedim mi onunla ilgili o sırada kuyumcu.
Ödedim. Çıktım. Aklımdan size yaza yaza yürüdüm. Bu aralar aklımdan size çok yazıyorum. Yoga yaparken yazıyorum. Yoga yaparken sizinle konuşuyorum. Anlatıyorum. Bakın bugün ne bekledik, ne bulduk. On dakika sabit oturalım dedik, khaki’ye katladık, Surya Namaskara ile başlayalım dedik Chaya Yodha Sanchalanam’da bulduk kendimizi. Anlata anlata gidiyorum ben. Biraz size, biraz da hocama.
Bir kitap daha almak istiyordum ama dükkan ters tarafta kalmış. İçinde sigara içilmeyen sessiz sakin bir kahve var. (Atina halkı AB’nin sigara yasağına çok sıkı isyan etti. Hemen hemen tüm kafeler hâlâ duman altı. Yılın dokuz ayını kaldırıma çıkartılmış masalarda geçiren bir şehir için çok önemli değil belki ama işte geriye kalan o üç ayda içeri adım atamaz oluyor insan.) Kolonaki (Atina’nın Teşvikiye-Maçkası) tepelerindeki Ntemonte cafe ise temiz hava ve huzur yuvası. Organik kekleri, günün çorbaları, sandviçleri, çok şık masaları da var.
Size yazmak üzere buraya geldim.
Hayat bir roman ise ve ben bir roman kahramanı isem, tanrı da bu kitabın yazarı oluyor. (Eğer yazdığım romanlar evrenin bir yerinde hayat buluyorsa, ben de tanrı oluyor muyum bu durumda?) Eğer tanrı bir romanın yazarı ise, ben onun hakkında şunu biliyorum: Karakterlerinin kaderini sen belirlersin ama onlar kendi başlarına bir şey yapmaya karar verdiklerinde de bırakırsın yapsınlar. Bazı karakterler onlar için çizdiğin kaderi beğenmezler. Bazıları isimlerini beğenmez. İsimlerini değişirince konuşurlar, canlanırlar. Bazılarının başına olay örgüsüsü ve nedensellik icabı bir şey gelmesi gerekir. Bazısı ölür bu yüzden. İradeleri hem vardır, hem yoktur. Hayatlarını bir yandan önceden çizilmiş bir olay örgüsü belirler, bir yandan da örgünün ilmekleri atılırken verdikleri kararlar. In between tam da böyle bir şeydir. (Ayça)
Ne o. Ne o. Neti. Neti. Ne irade, ne kader. Hem kader, hem irade. Ne çaba, ne teslimiyet. Hem çaba hem teslimiyet.
Öğrencilerin en büyük karın ağrısı çaba ile teslimiyet arasında çizilecek sınırı bir türlü kestiremeyişleridir. Çaba genelde istenmeyen bir şeye kendini zorlamak, teslimiyet ise tembellikle karıştırılır. Karın ağrısı da bundan gelir. Kör noktalarına düşen tembelliklerini işaret ettiğimde öğrencilerin büyük çoğunluğu göz yaşları içinde itiraz ederler. Ülkemizde tembellik çok feci bir kabahattir. Tembel olanın sevilmesi söz konusu bile değildir. Tembelliğini işaret eden bir hoca seni kesin olarak sevmemektedir. Hemencecik bir zincir kurulur. Bir gün bunun da yazısını isterim ama hocanın durduğu podyumdan görünen gerçek şudur: tüm öğrenciler sevilesi varlıklardır. Gayretkeş ya da ürkek, girişken ya da çekingen, obsesif veya tembel olmaları bir hocanın yüreğinde uyanan sevgiden son derece bağımsızdır. O kadar bağımsızdır ki hoca bu bağlantıların kurulduğu cümleleri okuduğunda güler. (Alper)
Öte yandan obsesiflik de tembellik de işaret edilmesi gereken özelliklerdir. Biz kendi başımıza bu özelliklerimizi göremiyor olabiliriz. Güvenilir bir hocanın, yargılamadan işaret ettiği yerlere itiraz etmeye gerek yoktur. Çok az kimse tembel olduğunu kabul eder. Neden? Çünkü sevmediği şeylerin peşinde koşarak zaman geçirmeyi çalışkanlık zanneder. Yıllar önce bir kaç öğrencimle beraber Leros kursu sonrasında hep beraber tatil yapıyorduk. Bir tanesinin günlerce günlerce, belki bir hafta boyunca bir defa bile kendi yogasını yapmadığını fark ettim. Şu kalçam ne zaman açılacak sizce, diye sorduğu anda da tembellik etmekten vazgeçerse çok kısa sürede açılacağını söyledim. Ne tembeli, kim tembel, siz biliyor musunuz ben iş hayatında ne kadar yoruluyorum, şimdi tatildeyken… diye başlayan itiraz konuşmasını itirazsız dinledim.
Yogada çaba (abhyasa) kendimizi sevmediğimiz şeyleri yapmaya zorlarken harcadığımız enerji değil. Teslimiyet (vairagyam) ise o zorunlulukların sonucunda yorgun düşen bünyeyi uyuşturmak, uyutmak değil. Abhyasa sevdiğimiz şeylere vakit ve kaynak ayırmak için gösterdiğimiz gayret. Sabah yogasına şevkle (Beste’nin hocasının dediği gibi: düşünmeden kalk, düşünmeden kalk) kalkabilmek için akşamdan yapılacak düzenlemeler (erken yatmak, az yemek, uyanınca oyalanmadan, enerji tüken sosyal medya vs ile kaynak yitirmeden “mat”ın üzerine çıkmak). Bu sabah yoga için odamın kapısını, perdesini kapatırken bizim Bey dedi ki, “sanırsın ki her sabah yogaya giderken bir aylık seyahate çıkıyorsun!” Haklı. O bir saat rahatsız edilmemek için ardımda tıkır tıkır işleyen bir ev bırakıyorum ki yokluğum kimsenin dikkatini çekmesin. Abhyasa böyle bir gayret. Teslimiyet, yani vairagyam ise elinden gelen her şeyi yaptığın halde o günkü yoganın önüne çekilen setler karşısında beyaz bayrak açmak. Niyet tamdır ama hastasındır, ateşin çıkmıştır, çocuğun hastadır, çocuğunun sana ihtiyacı vardır, eşinin, dostlarının sana ihtiyacı büyüktür, bürokratik bir mecburiyet çıkmıştır, uçağın sabah erken kalkacaktır. Böyle durumlarda “Durdurun dünyayı ben yogamı yapmadan şuradan şuraya gitmem!” demeden olay örgüsünün icap ettirdiği adımları atmak vairagyamdır. (Gülçin, 2 Şubat yazısı doğuyor!)
Bu sabah yogamı bitirdikten sonra boş gözlerle kitaplığıma bakıyordum. Hâlâ alfa dalgalarındaydım. Mutlu bir yogaydı yaptığım. Tanrının (hikayemin yazarının) beni sevdiğine “E, herıld yani!” kuvvetinde inanarak bitirdiğim bir yoga seansını tamamlamıştım. Elim bir kitaba gitti. Emanet Zaman’ı yazarken aldığım ve sonradan sık sık Emanet Zaman ile ismi karıştırılan Emanet Çeyiz adlı kitabı. Emanet Çeyiz’i ben Beyazıt Sahaflar Çarşısı’ndaki bir kitapçıdan almıştım. Kahvaltı sofrasına otururken ortadan bir yeri açtım. Tak, tam da şu aralar yazdığım romanımın kilit sırrına ilişkin bir anı çıktı karşıma. Şaşkınlıkla okudum. Sonra kitabı şöyle bir karıştırdım. Hayır, kitabın başka hiçbir yerinde benim yeni romanın düğümünü çözecek olan o bölge ve o bölgedeki katliamdan bahsedilmiyordu. Sadece benim açtığım bölümde… Bu sahneyi şimdi bir romana koysanız, editörünüz gerçekçi değil diye itiraz edebilir. Ama kahramanı olduğumuz şu hayat denen hikaye, edebiyatı daima sollamamış mıdır?
Okuduğum bölümün izini sürerek ilerledim ve yeni bir solucan deliğine girdim. Ucunun nereden çıkacağını siz yeni roman çıkınca öğreneceksiniz.
Şimdi, günlük programımı sürdürmek adına aranızdan ayrılıyorum. Bu yazıyı baştan okumayacağım. Aranızdan bir hayırsever editör bulduğu yazım yanlışlarını, telaşlı parmaklarımın unuttuğu sözcükleri, anlam kaymaları ile düşük cümleleri toparlarsa çok sevinirim. (Ayça?)
Hepinizi öptüm.
Dolunaya beş var.
Defne.
Bu yazı 28günyoga için yazılmıştır.
*Murat Gülsoy’un bir kitabının ismi
Tanrının (hikayemin yazarının) beni sevdiğine “E, herıld yani!” kuvvetinde inanarak bitirdiğim bir yoga seansını tamamlamıştım. :))))))))
Defne’ciğim çocuk gibi heyecanla okudum yine yazını, eline ve çalışma disiplinine hayran…Kuvvet ve kolaylık diliyorum sevgilerle.
Defne Suman merhaba, Umman’da yasiyorum bir turlu denk getiremedim derslerinize girip sizinle tanismaya. Yoga yazilarinizi cok begeniyorum. Bu kadar ozumsenmis ama bu denli basit ve net yazilabilmeniz cok degerli. Hislerime tercuman oluyor, cogu zaman altyapisi olup da icimde/kafamda tam olgunlasmamis olan , bazi “jeton”larin tik tik dusmesini sagliyor 🙂 Cok tesekkurler bunca senelik birikim, okuma, arastirma ve deneyimin sonucunu paylastiginiz icin. Sevgiyle Ebru
ps: tembellik ile ilgili tespitinize bayildim. (Çok az kimse tembel olduğunu kabul eder. Neden? Çünkü sevmediği şeylerin peşinde koşarak zaman geçirmeyi çalışkanlık zanneder. )
Güzel bi yazi
Elinize yüreğinize sağlık 🙂
Aşırı beğendim🙏🏻
O kadar güzel bir yazı ki 👏
Çok az kimse tembel olduğunu kabul eder. Neden? Çünkü sevmediği şeylerin peşinde koşarak zaman geçirmeyi çalışkanlık zanneder. 👌🏻
Namaste 🙏