Çocukluğun haritası dünyanın haritasını belirleyebilir mi? Sadece iç dünyanın değil, ülkelerin, tarihin, siyasetin gidişatını bile çocukluk belirliyor olabilir mi?
Ve sevgi yasaları…Kimin sevilebileceği…? Kimin ne miktarda sevilebileceği?
Dünya yüzeyindeki her bir insanın sevgiye, yemeğe, güvene doyduğu bir çocukluktan yetişkinliğe geçtiğini düşünün…
Imagine All the People durum evet.
Dış dünyadan içeriye geçelim şimdilik en iyisi.
Buyrun…
***
İç dünyamız, korku ve değer yargılarımız, zevklerimiz, eş ve iş seçimlerimiz çocukluğumuzda şekillenen kalıpların doğrudan veya dolaylı sonucu. Bunu klasik, modern, postmodern bütün psikoloji ekolleri doğruluyor.
Çocuklukta algılama beynin duygusal bölümününde gerçekleşiyor. Biz yetişkinlerin hayatlarımızı ikame ettirirken kullandığımız mantık, tümden gelim, tümevarım, genelleme gibi akıl yürütme biçimleri hayatlarımızın ilk altı-yedi yılında işe yaramıyor. Çocukların etraflarında olup biteni algılama için kullandıkları şey duygusal mantıkları.
Duygusal mantık şöyle çalışıyor:
A davranışında bulunursam annem/babam/öğretmenin/ablam-abim beni daha ÇOK sever.
B davranışında bulunursam annem/babam/öğretmenin/ablam-abim daha AZ sever.
Sevilme ihtiyacı özellikle çocuklukta çok önemli bir yerde duruyor. Yemek, barınak, güvenlik kadar sağlıklı büyümek için sevgiye ihtiyamız var. Ve bu ihtiyaç o kadar büyük, giderilmezse yarattığı acı öyle keskin ki çocuk sevgiyi alabilmek için A’dan Z’ye bütün davranışları denemeye hazır.
Yeter ki bir tanesi çalışsın.
***
Küçük Şeylerin Tanrısı çocukluğun duygusal mantık haritasını mükemmel bir şekilde çiziyor. Çift yumurta ikizleri Rachel ile Estha yedi yaşındalar. Zaman 1960’lar. Bir sonraki bölüm çeyrek yüzyıl sonraya atlıyor. İkizler 31 yaşında ilk kez yeniden bir araya geliyorlar. Hikaye iki dönem arasında gidip geliyor. Yetişkin Rahel ile Estha’nın iç dünyalarının haritasını ilelebet belirleyen olaylar yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor.
Anneannelerinin evinde sevgiye aç kurtlar gibi büyüyen çocuklar bunlar. Anneleri Ammu yüz karası kız evlat damgasını yemiş bir kere. Bu damganın ağırlığı altında ezildiği kendi ana-baba evinden başka yaşayacak bir yeri de yok. On sekizinde iken kocaya kaçmış. Üstelik ailesinin onun için seçtiği birine değil, kendi seçtiği bir adama. Üstelik aynı dinden bile değilmiş kocası. Üstelik alkolik olduğu ortaya çıkmış. Üstelik bir değil iki çocukları olmuş. Üstelik işsiz kalmış koca. Ve karısını patronuna pazarlamak istemiş işsiz kalınca. Patron da onay vermiş alkolik işçisinin bu teklifine. Bir itiraz eden genç Ammu imiş bu anlaşmaya. Kafasına yediği vazo darbesinin sersemliği geçer geçmez ikizlerini almış kolunun altına, gerisin geri baba evine…İstenmediği, sevilmediği, ayıplandığı o yerde hayatın onun için bittiğini bilmiş.
Kendi annesinin, babasının, halasının ve hatta ağabeyinin sevgisizliği Ammu’ya çok da dokunmazken –ne de olsa o bir yetişkin- ikizleri evdeki bütün yetişkinlerden sevgi dilenir olmuşlar. Yüz karası kız evladın neredeyse gayrı-meşru çocukları olarak aradıkları sevginin kırıntıları ile yetinmek zorundaymışlar.
Ve hep akıllarında aynı soru, gözlerinde hep aynı korku:
Ya Ammu bizi daha az severse?
***
Duygusal mantık ile hayatını sürdüren çocuk, analitik mantık ile hayatını sürdüren yetişkin annesi karşı karşıya geldiğinde olan şey herşeyden önce iletişim kopukluğu. Annesi kendine kızdığı zaman çocuk otomatik olarak daha az sevildiğini düşünüyor. Ve ayaklarının altından toprak çekiliyormuş gibi hissediyor kendini. İşte bu yüzden uzmanlar çocuğunuzu eğitirken “sen beni çok kızdırdın’’ gibi bir söz söylemektense, ‘’Ben bu davranışına kızdım’’ı tercih edin diyorlar.
Anne-babalar çocukları ile uğraşmaktan, işten güçten yorgun ve çoğunlukla tahammülsüz oluyorlar. Ve çocukları vızıldanır, ağlar, ilgi çekmek için numaralar yaparken bunalıp, sıkılıp kestirme yola sapıyorlar. Ammu da ikizlerini eğitmek için aynı kestirme yola giriyor:
“İnsanların kalbini kırarsan ne olur biliyor musun Rahel?” diye soruyor inatçı kızına. ”kalbini kırdığın insanlar seni daha AZ severler. Bu davranışınla sen benim kalbimi kırdın şimdi”.
Annenin öfkesi geçiveriyor. Gerekli ders, ceza verildi. Dikkat çocuklardan başka yere yönelebilir. Yetişkinlerin kafasında çocuklarının haricinde binbir tane mesele yok mu zaten? Oysa Rahel için bir ölüm kalım meselesi bu duydukları. Özür diliyor. Başka cezalar teklif ediyor annesine. Akşam yemeğimi yemesem? (ama sen beni yine aynı sevsen?) Annesi bağlantıyı anlamıyor, zaten artık ilgilenmiyor da. Rahel bütün gece düşünüyor. Annesi artık onu daha az seviyor, kötü bir laf etti çünkü.
Kendisine dair ilk şüphesi kafasında şekillenmeye başlıyor. Ben sevilmeye değer bir çocuk değilim. Bundan sonra etrafındaki insanların davranışlarını gözlemleyecek ve bu şüphesini doğrulayan bütün kayıtları sünger gibi hafızasına çekecek. Duygusal beynin hakimiyeti analitik beyne devrettiği on bir-on iki yaşlarında da şüpheler haritasını benliğinde mühürleyip yetişkinliğe büyüyecek.
Ben sevilmeye değer bir insan değilim derinlerde bir yerlerde kaynayıp duracak.
***
Kendimize Dair Şüpheler hayatımızın ilk altı-yedi yılında oluşuyor ve onları farkedip, onlardan bağımsızlaşmak üzere bir adım atmadığımız takdirde bir ömür boyu bizimle kalıyorlar. Üstelik bizler mezara giderken bile onlar kalıyor, bu sefer kendi çocuklarımızın hayatında can bulmaya başlıyor.
Kendi çocukluğumuzda duyduğumuz sözler, cezalar, tehtitler bugünki iç dünyamızın haritasını çiziyor.
İç dünyamızın haritası Kendimize Dair Duyduğumuz Şüphe ülkeleri ile dolu.
Komşular ne der? Baban ne der? Mahalleli ne der? Temizlikçi hanım ne der?
En temel şüphe:
Ben olduğum halimle iyi değilim. Değişmeliyim. Sevilmek için başka bir insana dönüşmeliyim.
Bu şüphenin tohumları nerede atılıyor?
Anne diyor: Bak filanca çocuğa, nasıl uslu, nasıl da söz dinliyor, sen niye onun gibi olamıyorsun?
Çocuk anlıyor: Ben kendim değil de filanca olsaydım annem beni daha çok severdi. O halde ben kendim olarak daha az sevilesi bir insanım.
***
Küçük Şeylerin Tanrısı Sophie Mol’un Hindistan ziyareti ile başlıyor. (Ama hikayenin başı kitabın ortasına denk geliyor. Kitap Sophie Mol’un cenazesi ile başlıyor ki cenaze aslında hikayenin sonuna doğru geliyor. Kitabın kurgusu başlı başına bir şaheser zaten ) Sophie Mol, Rahel ile Estha’nın dayıları Chako’nun ingiliz (eski) karısından olan kızı. Sophie Mol ve İngiliz Annesi’nin bu ilk Hindistan ziyaretleri Rahel ile Estha’nın (ve Sophie Mol’un) dede evinde büyük bir tantanaya neden oluyor. Ev halkı Sophie Mol hakkımızda ne düşünecek telaşı ile evi, bahçeyi, giysilerini, aksanlarını, telaffuzlarını ve tabii ki çocukları (Siz Hindistan’ temsil edeceksiniz kuzeninize karşı!) düzenleme harekatına başlıyorlar.
Bu tantana içinde Rahel ile Estha’nın kafalarında tek bir düşünce ve tek bir korku var:
Sophie Mol bizden daha fazla sevilesi bir çocuk. Orası kesin. (çünkü İngiliz, beyaz, temiz). Peki acaba annemiz Sophie Mol’u bizi sevdiğinden daha çok sevecek olabilir mi?
***
Bütün kitap sadece çocukların değil, hepimizin iç dünyasındaki sevgi yasalarını sorguluyor.
Kim(ler) sevilebilir?
Ve o kişi ne miktarda sevilebilir?
Bu yasayı kim belirler?
Ve yasaya uymayanlara ne olur?
***
Hindistan gibi, Türkiye gibi geleneği, inancı, düzeni, kültürü boş vaadler karşılığında elinden alınmış insanların ülkesinde, sevgiye aç geçen çocuklukların iç dünyası yıkık dökük yetişkinliğinde, bir insanın diğerini o, bu, şu ya da oncu, buncu, şuncu ya da onun -, bunun, şunu bir şeysi değil de kendi gibi kanlı canlı bir insan olarak algılayabilmesi o kadar zor ki…
Sadece insan olarak algılamak diğerini. Sevmek, kabul etmek, bağrına basmak değil…Yaşama hakkına sahip bir diğer canlı olarak görebilmek…
Öyle zor ki.
Özellikle de insanı insandan koparan korkusu ve sevgi açlığı, dünya düzenini böyle iyi beslerken…(Ama bu da başka bir yazının konusu olsun değil mi ya?)
Dünyanın hali bu iken neden kendimizi özgürleştirmekle işe başlamalı olduğumuzu biraz anlatabildim mi?
Dünyayı güzellik kurtaracak,
Bir insanı sevmekle başlayacak herşey…
Tanıyor musunuz o insanı?
Peki seviyor musunuz onu?
Ne kadar?
Ne diyeyim, sor kuzu kizima “iste anneme anlatmaya calistigim sey bu” der:) her kizdigimda “simdi beni yine de seviyor musun” diye sormasina o kadar alismisim ki, bir seye kizdigimda once onunla ilgisi var mi yok mu(cunku yuzum asilsa hemen bana mi kizdin annecim?) , varsa da seni hala ve de hep seviyorum o baska bu baska demeye alismisim…alismisim ama yine de ona yetmiyor. Hep dusunuyorum, benim atladigim, varsaydigim birsey var…
evet tabii ki seviyorum diyecektir bir cok insan bu soruya cevap olarak. ama nasil sevmek? ilgili kisiyi kontrol altina almak, kendi yaralarimiza yama yapmak icin, ozetle, hayatini ondan calmak, farkinda olmadan belki de, sevgi adi altinda sergilenen davranis bicimleri. cocugum oldugundan beri ozellikle, oyle dehsetengiz seyler gozlemliyorum ki, bunlarin sadece buyuklerin zamaninin olmamasindan yada cocuklardan bambaska bir ic dunyamizin olusundan kaynaklanmasi affedilir bir durum degil. anne-babalara karsi cocuk haklari savunucusu olmak istiyorum.
bir cocugun algisinin ne kadar yuksek oldugu anlamak icin alim olmamiza gerek yok, gozlerinin icine bakmamiz yeterli. facebook’lardan, televizyon dizilerine ayrilan inanilmaz saatlerden bir saniyecik ayirabilir herkes bu bakis icin. ama bu bakis ayni zamanda kendi icimize bir bakis oldugundan herhalde kimsenin de zamani olmaz cocuga ayrilacak bu kisacik anlara. sonra o cocuklar cocuk olarak kalmaz ve bizim gelecegimiz olurlar bir gun. isigi sonmus, parlak olmayan bir gelecek; ayni bugunumuz gibi.
ben bazi yoga turlerinde ve hocalarinda olan sulu sepken tariflerden hic haz etmiyorum. ornek: melt your heart… ya da open your heart to the sky! pardon? bunlar emirle olacak isler degil. (bir ara bu konuya da el atsak hocam). bu tur hissiyatlar icraatla oluyor. ya asana, meditasyon ya da, ve de sevdigini cok cok cok sevmenin yogunluguyla, ancak yureginin yagi eriyebilir. ve eger insan olmanin temel taslarindan olan bu yureginin yaginin erimesini uzun zamandir yasamiyorsan o zaman vay haline. eger bu hissiyati kaybetmis insanlarla doluysa dunyamiz o zaman hepimizin vay haline. ayni bugunumuz gibi.
5 yasindaki oglumun bana kizdiginda “seni sevmiyorum” seklinde verdigi tepkiyi simdi anliyorum. Her seferinde “ben seni cok seviyorum, hep cok sevecegim” diye cevap versem de, onun kafasindaki sebep sonuc iliskisi cok netmis meger.
yine tam zamanında çıktı yazın karşıma. teşekkürler…
Peter HogenkampMay 28, 2012Kenne ich bestens. Bin mal fast vizewrefelt am Lattenrost, habe nachts bis 1 Uhr am rechten gebastelt und den linken am ne4chsten Abend gemacht, die Schwiegereltern hatten schon Angst, sie mfcssten auf dem Boden schlafen. Nie wieder.(Daffcr gestern ffcr Tisch und zwei Stfchle auch nicht SO viel schneller gewesen. Leider wird man nie klug, was dieses IKEA angeht.)
elle – Beth these are stunning!!! GORGEOUS pirutces. It’s especially amazing for me to have seen all this from the other side of your camera and to see how you created these beautiful images. You are an amazing artist! Plus that WAS good timing. Thanks for that!We just got home this morning yay.
That’s an apt answer to an interesting question