Nedir Bu Normal?

Orhan Pamuk’un en renkli ve iyimser romanı Benim Adım Kırmızı’nın Kara karakteri, doğup büyüdüğü İstanbul’a oniki senelik bir aradan sonra geri döner. Anasının mezarını ziyaret ettikten sonra bir ev kiralar. Yerleştikten sonra da sokağa çıkar ve şöyle der:

“İstanbul’a değil de, dünyanın öbür ucundaki Arap şehirlerinden birine geçici olarak yerleşmişim de şehir nasıl bir yerdir diye meraklanıyormuşum gibi sokaklara çıktım, uzun uzun doya doya yürüdüm.”

Amerika’dan dönüp de İstanbul’daki evime yerleştikten sonra ben de Kara gibi sokaklara çıkarım. Yokluğumda yükselmiş binalara, genişlemiş yollara, inşaatı bitmiş kavşaklara, döşenmiş kaldırımlara, yeni açılmış dükkanlara, lokantalara, kafelere, sayıları artmış Simit Sarayı ve Starbaks’lara baka baka yürürüm.

Dün sabah dersimden sonra yine Kara’nınkine benzer bir niyet ile Süleymaniye Camii civarına gittim yürümeye. Zaten geldiğimden beri canım kuru fasülye pilav çekiyordu. Süleymaniye Camii’ni seviyorum. İçine girmesem bile –kısa eteğimi paltom yeterince örtmediği için girmek istemedim zaten- bahçesinde dolanmak, bir bankta oturup kuşları ve trafiğin uzaktaki uğultusunu dinlemek hoşuma gidiyor.

Kuru fasülyemi yedikten sonra Kapalı Çarşı’ya doğru Mercan’a yürüdüm. Sokaklar silme erkek doluydu. Bu mevsimde turist yok diye mi ne, benden başka kadın gözüme çarpmadı. Ve fakat, köşede duran bir tanesi haricinde bütün erkekler bana karşı kayıtsız ve hatta saygılı davrandılar. O köşede duran istisna ise dudakları ile çıt çıt çıt bir ses çıkararak dikkatimi çekmeye –sanki ben kedi ya da köpeğim iç güdüsü ile olacak- çalıştı, o kadar. Oysa ki eskiden Mahmutpaşa’da paltomun yeterince örtmediği kısa eteğimle yürüsem erkekler dükkanlarından çıkıp laf atarlardı.

Ne oldu bu adamlara?

Adamlara bir şey olduğu yok, sen yaşlandın bebek, diyebilirsiniz şimdi. Kabul ederim. Hem artık dişi köpeğin salladığı kuyruk ile bir tutulan şarap rengi saçlarım, yoga öncesindeki yuvarlak hatlarım yok. Onu da biliyorum. Ama olay bende bitmiyor. Evvelsi gün de Nişantaşı’nda benzer bir duruma şahit oldum. Önümde upuzun düzgün bacaklı genç bir kadın, siyah yele gibi saçlar, şeffaf ten, geniş omuzlar ve  kısa bir şort altına geçirdiği siyah tayt ile yürüyor. Manken kabilinden bir fizik. Hemen arkasında yürüyen ben bile önüm sıra giden ince, uzun, kuvvetli bacakların hareketini izlemekten zevk alıyorum. Bir yandan da kadının geçtiği yerlerde duran adamların tepkilerini kaydediyorum. İnanmazsınız, kestanecisinden simitçisine, pasajın önünde sigara içen kuyumcusundan vale parkinkcisine kadar boy boy ve yaş yaş erkeklerin başları ya en fazla iki saniyeliğine dönüyor ya da dönmüyor bile!

Oysa aynı kaldırımda yirmi yıl önce okul formamız ile yürüyen bizler aman peşimize adam takılmasın diye birbirimize kenetlenir de Dünya Gençlik Merkezi’ne giderdik.

Her ne hal ise Mercan’da kayıtsızlık, saygı ve hatta hoşgörü ile karşılanmanın sarhoşluğu ile hakiki bir turist gibi bolcana alışveriş ettim. Sonradan, akşam eve gelip de sayıları bir kağıda alt alta yazınca yüzüm düştü. Bir de kredi kartı ekstresi gelmez mi aynı akşamın devamında! Ama akşamın bana uzak olduğu o saatlerde Süleymaniye’den Kapalı Çarşı’ya yürürken pür neşe idim. Düğmeciler, kemerci, çantacı, porselen çaydanlık, elektrik süpürgesi, biber gazı, elektik şok aleti…Ne ararsan var üç tane sokağın kesişiminde.

***

Eskiden beri çok severim bu eski mahallere gelmeyi. Mahmutpaşa’nın dar sokaklarındaki ıvır zıvır, gürültü patırtı, Süleymaniye’ye çıkınca birden bire kesiliyor, ortalık Mimar Sinan’ın düzenini, ışığını, sesini insan üstü bir deha ile tasarladığı o platoya adım atar atmaz huzura kesiyor ya, bayılıyorum işte o geçişe. Ve sonra da tersine geçişe. Düzenden karmaşaya…

Süleymaniye ile Mercan arasında bir aşağı bir yukarı dolanırken Kara’nınkine benzer bir his içimi sardı: Artık bu şehre ait değilmişim hissi. Gerçi o sırada dolandığım mahalleler, doğduğum büyüdüğüm ve “benim İstanbul’um” dediğim semtlerin çok uzağındaydı ve kendimi başka bir yerli değil, tastamam İstanbullu gördüğüm öğrencilik yıllarımda bile ben buralara, kendimi bir yabancı gibi hissetmek amacı ile gelirdim. Aynı dün yaptığım gibi.

Sonra anladım ki içimde filizlenen o his, bu şehre ait olmamaktan çok, bu hayata dahil olmamak ile ilgili bir şeydi ve bana hiç de yabancı değildi. Çocukken de, en çok yuvadayken ve sonra ilkokuldayken, mesela bütün çocuklar yakalamaç oynarken ben birden kenara çekilir, herkeslerden uzaklaşmak, kaçmak, bir köşeye sığınmak ve onları oradan izlemek isterdim. Bahçeye çıkacağıma sınıfta, sıramda oturmayı sürdürdüğüm tenefüsleri de hatırlıyorum.

Hayatın tam içindeyken birden kenara çekime arzusu, kendim de dahil olmak üzere o anda olup biten herşeyin aniden bir film karesine dönüşmesi benim için normal bir şeydi ve hatta bu hal hasıl olduğunda sevinirdim de.

Ortaokulun sonuna kadar durmadan yazdım ve yazmadan duramadım. Günlük tutmanın yanısıra çocuk hikayeleri, romanlar, mektuplar yazdım. Saman kağıtlara tükenmez kalemle yazdığım “kitaplar” şimdi içeride dolabımda duruyor. Üstelik bir de karakterlerin resimlerini çizerek hikayelerin sonuna yapıştırmışım. Orta birdeyken Cumartesi günlerimi ödev, yazı ve oyun arasında eşit olarak bölerek geçirdiğimi hatırlıyorum. Misafirliğe gittiğimizde sıkılmayayım diye yanıma bir GameWatch, bir tomar da saman kağıt alırdım. Ortaokulun son yılında üç arkadaşımla ortak yazdığımız komedi Amanda’nın Maceraları’nı okurken hala gülüyorum.

Sonraki yıllarda lisede, üniversitede, bir gruba ait olma kaygısını ağır basmaya başladığında bu hal bana gelmez oldu. Belki geliyordu da ben hayata kenardan bakmak değil, merkezden katılmak istediğimden onu savuşturuyordum. Artık yazmıyordum da. Yazmadan duramadığım günler bebeklerle oynadığım günler gibi birden, bir sabah aniden bitivermişti. (Orta ikinin sonuna kadar bebeklerimle oynamayı sürdürdüm ben bu arada.)

***

Kenara çekilmek ile yazmak arasındaki bağlantıyı dün akşam, kredi kartı ekstresinin sıkıntısını teselli etmek üzere elime aldığım Orhan Pamuk’un İma Edilen Yazar makalesini okurken iyice anladım. Şöyle diyor üstad:

…Tam bu gürültü patırtının, büroların, telefonların, aşkın, arkadaşlığın, güneşli bir sahilin ve yağmurlu bir cenaze töreninin içideyken, yani olup bitenin tam kalbine girmek üzereyken birden aslında kenarda olduğumu hissederim. Hayal kurmaya başlarım. Kötümserseniz sıkıldığımı düşünebilirsiniz…iyi yazabilmem için sıkılabilmem, iyi sıkılabilmem için de hayatın içine girmem gerekir.

Orhan Pamuk’un aynı temadan söz ettiğini 2006 Nobel ödülünü alırken yaptığı konuşmadan da hatırlıyorum:

‘‘Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır.’’

Hocam bize hep der ki:

Hoca olunmaz, hoca doğulur.

Çok iyi bir yoga öğrencisi olabilirsiniz. Bedenin derinliğinde nefesi hissedip, o nefesin canından kuvvet ve zerafet buluyor ve yürekten doğan içsel bilgeliğe kavuşuyor olabilirsiniz. Bu sizin sahip olduğunuz bilgiyi ve oraya giderken geçtiğiniz yolları bir diğerine aktarabilme becerisine sahip olduğunuzu ne yazık ki göstermez.

Yazarlık da böyle bir şey.

”Yaratıcı Yazarlık” kursuna gittiğimi duyan bir ünlü yazar (annemin ahbaplarından) ”roman yazmak bir başkasından öğrenilir miymiş” diye dudak bükmüştü. Şimdi kabul ediyorum; haklıydı. Ben o kursta teknik bir iki bir şey öğrenmiş olsam da ilkokuldayken ruhumu saran o şevk ve yazmazsam dayanamam huzursuzluğuna yeniden kavuşamamıştım.

Yazar olunmaz, yazar doğulur.

Ben yazar doğanlardanım. Yazar doğanlar Orhan Pamuk’un sözlerinden de anlayacağınız gibi normal insanlardan farklılar. Yani onların normalleri diğer insanlara göre farklı.

Nedir bu normal diyebilirsiniz. Bülenç Ortaçgil’in de bu yazının başlığının aynısın tıpkısı bir şarkısı vardır zaten.

***

Normal demişken aklıma iki şey geldi:

Kızım olacak yaşta iki öğrencim var. Yetişkinliğe yeni ayak basmış bu iki genç kadın sayesinde ve onlar vasıtası ile ben de yeni kuşak ile tanışıyorum. Onların konuşmalarına, tepkilerine dayanarak yeni gençler hakkında genellemeler yaparsam, beni uyarıyorlar: ”Biz normal değiliz ama” diyorlar. Bunu bir söyleyen kendileri değil.  Arkadaşları da onları normal görmüyor.

Gençliğin acımasızlığı ve korkusu ile de durmadan yargılıyor, dalga geçiyor arkadaşları onlarla.Düzenli olarak benim sabah erken verdiğim yoga derslerine geliyorlar diye.Benim peşimden Portland’a geliyorlar diye.  Erken yatıyorlar diye. Geceleri çıkıp içip azmaya devamlı ihtiyaç duymuyorlar diye. Uyuşturucu kullanmıyorlar diye. Sağlıklarına dikkat ediyorlar diye. Organik yemek yiyor, kitap okuyorlar diye. Yoga eğitimlerini ciddiye alıyorlar diye. Hayatlarını ciddiye alıyorlar diye. Bir şirkete girip çalışmak için hevesli değiller diye. Diplomalarında yazan/yazacak avukat ve ekonomist mesleklerinin dışında mesleklere de ilgi duyuyorlar diye. Kavga etmiyorlar, hemen duygusallaşmıyorlar, kendilerini derhal savunmak zorunda hissetmiyorlar diye bazı arkadaşları bu ikisinin normal olmadığını söylüyorlar.

Benim bir de kendi yaşlarımda normal insan olarak tanımlayabileceğim iki arkadaşım, bir de kuzenim var. Üçü de ortalamanın çok üstüde yeteneklere ve zekaya sahip. Üçü de önlerinde açılan bütün normal yollara kuzu kuzu girdiler. Birisi akademisyen, ötekisi tüketici araştırmacısı, kuzenim de şirket avukatı oldu.

37. yaşlarının dönemecinde  üçü de krizdeler. Yapmak istemedikleri işlere mahkum olduklarının bilincinde, nereye gidecekleri konusunda kararsız veya çekimser, mutluluğun uzaklarda, başka hayatlarda mümkün olduğuna inanıyorlar.

Normal bildiklerinin ötesinde de yaşamlar olduğunu, bir adım dışarı atınca  alternatiflerin imkan olarak karşılarına çıkacağını benden duydukları zaman inanıyorlar da, sonra yine o normal dünyanın normlarına döndüklerinde sistem kurallarına teslim oluyorlar.

Kuzenim mesela bana sık sık şu soruyu sorar: “Gündüzleri kahveleri dolduran o insanlar ne iş yapıyorlar? Kimdir onlar? Nasıl yaşıyorlar?” Sanki sabah 9 akşam 6 rutininden başka türlü ekmek parası kazanmanın yolu yok. Belki sistem kölesi olarak çalıştıkları ”normal dünya”dan bakıldığında 9-6’dan başka iş formatı yokmuş gibi görünüyordur.

Umuyorum yakında hepsi “normal dünya”dan “sahici dünya”ya adım atacaklar. Ama istenmeyen işlerde çalışılan onca yıla yazık değil mi?

Normalin yerine sahiciyi seçen  genç öğrencilerime sözüm ise kendi normallerine sadık kalmaları.

Ben kendi normalim olan ‘’hayata dal, sonra kenara çek, sonra odana kapan’’ formülünden uzaklaştığım gençlik yıllarımda içine kaçıp mutlu olacağım, güvenli sağlam bir dünyanın eksikliğini çok çektim.

Siz çekmeyin e mi?

Foto: Aisha Harley

 

Nedir Bu Normal?’ için 7 yanıt

  1. guguk kuşu 17/12/2011 / 9:16 pm

    NEDENSE AKLIMA İNANILMAZ BİR KEYİFLE İZLEDİĞİM BİR FİLM GELDİ: LIVING NORMAL

    • sumandef 18/12/2011 / 12:22 am

      Ben görmedim o filmi. Bulayım da seyredeyim!

  2. deniz 17/12/2011 / 9:46 pm

    bloguna rastladığım için şanslıyım. iyi ki varsın ve iyi ki yazıyorsun. sevgiler…
    deniz

  3. melda 18/12/2011 / 9:38 am

    seviyorum yazılarını, yazılarının, görünenin yanında, görünmeyene de usulca dokunmasını….

  4. platero 18/12/2011 / 5:06 pm

    cok yakin geldi yazdiklariniz..

  5. Şule Akışık Şahin 19/12/2011 / 5:49 pm

    Defne, yazıların çok gerçek,beni yakalayıveriyor. Ben de iç dünyamda bir geçiş dönemindeyim. Sahici dünyaya geçmeye çalışıyorum…Sevgiler

    Şule Akışık Şahin

    • sumandef 19/12/2011 / 5:56 pm

      Canım Şuşucuğum,
      Geçişinde iyi şanlar…Ne zaman istersen konuşuruz. Çok sevgiler!

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s