
Günaydın!
Bizim burada daha yeni Pazar sabahı oldu. Dünyanın geri kalanında çoktan güneş battı, haftasonu bitti. Biz, Portland Oregon’da, dünyanın en son zaman dilimlerinden birinde yeni uyandık.
Uyandık ve gördük ki, yağmur yağmıyordu. Son iki gündür muson kıvamında yağan yağmur bu sabah bir mola vermiş. Dün gördüğümüz, şehrin bir ucundan diğerine koca bir giriş kapısı gibi uzanan gökkuşağı da silinmiş. Hemen yıkandım, daha Bey yataktayken ben evden fırladım.
“Bir kahve içip geliyorum hemen!”
Sanki evde kahve yok.
Sokağa çıkınca havadaki taze nane kokusu başımı döndürdü. Bari yürüyüş yapayım, dedim. Ağaçların güneşe dönük yüzleri kızardı, arka taraflar hala yeşil. Gökkuşağına meydan okur bir halleri var. Çizmelerimle yerlerdeki sarı yaprakları aralaya aralaya yürüdüm. İyi ki Carmel’den aldığım bu yeni paltomu giymişim. Soğuktan yanaklarıma al geldi, burun deliklerim açıldı, ciğerlerime taze nane kokusu indi.
Kahvede çalışan barista çocuklar benden para almadılar. Bugün onlardanmışım. Masama yayıldım. Defter, kitap, kalemkutusu, bilgisayar ve kahve. Ah ne çok seviyorum bu sabah vakitlerini!
***
Nerede kalmıştık? Kaliforniya’daydık değil mi en son? Yine bir kahvede, nane değil, okyanus kokulu bir havada, geçmişe gidecektik. Joan Baez konseri günü. Son yazı Mahremiyet Müzesi‘ni yazdığım gün.
Size yazıp da kahveden çıktığımda Carmel’de günlük güneşlikti hava. Kahvedeki masaların birinden diğerine gidip gelen laflardan Joan Baez konserine Carmel’den giden tek kişinin ben olmadığını anladım. Her masada vardı bir konser yolcusu. Dedim, hemşerim ne kadar tutar buradan bu konser mekanı? Birisi dedi, bir saat. Uzaktaki masadan bir başkası lafa karıştı, yok en az bir buçuk. Karşımda oturan genç dedi ki, sen şimdiden çık yola, kapıları da erken açarlar, önden yer kaparsın.
Hemen fırladım. Yol kıvrılıp yükseldikçe, günlük güneşlik gün yerini sisli puslu, gerçek üstü bir zaman dilimine bıraktı. Bir saat değil, bence bir ömür geçti ben kiralık arabamla sisler içinde cep telefonlarının işlemez olduğu tepelere doğru kıvırılır, yükselirken. Dedim, herhalde boyut değiştirdim ve oraya asla varamayacağım. Etrafta ne bir ev, ne bir otel ne de bir başka araba var…Sağ tarafta okyanus, sol tarafta dağlar. O kadar.
Tam artık kaybolduğuma karar vermişken son virajı da aldım ve yolun sağ (okyanus) tarafına dizilmiş sıra sıra arabalarla karşılaştım. Nereden gelmiş bunlar, yolda nasıl oldu da bir tanesini bile görmedim? Arabaların yanında, gençler, yaşlılar, çocuklar ellerinde açılır kapanır plaj koltukları, şemsiyeleri, battaniyeleri, piknik sepetleri ile tek sıra halinde yürüyorlar. Ben konser mekanı Esalen Enstitüsüne dair hala bir iz göremediğim için sıra sıra arabaların yanından yürüyen tek sıra insanların yanından kiralık arabamla ilerliyorum. Şikayet etmeden yürüyen insan sırası bir kaç kilometre ileride de devam ediyor. Arabaların sis içinde birden belirdiği yere ben de parketse miydim?
***
Esalen Enstitüsü bundan elli yıl önce, 1962 yılında psikolojik rahatsızlıkları alternatif yollarla iyileştirmek amacıyla kurulmuş. Pasifik okyanusuna sarkan dev çamlarla, zeytinliklerle kaplı, yer altından şifalı suların fışkırdığı koskoca bir toprağa yayılmış bir merkez. Bugün kendini tanımak, keşfetmek ve geliştirmek isteyen herkese açık kursların, seminerlerin yapıldığı dünyaca ünlü bir şifa merkezi olarak biliniyor. (www.esalen.org) Verimli toprakları ekilmiş, biçilmiş. Merkezde kalanlara sunulan yemeklerin hepsi Esalen sınırları içinde yetişiyor. Personelin çoğu yeme içme barınma karşılığında Esalen’de çalışan gençler. Sessiz sakin ortamlarının biz “Joan Baez”ciler tarafından işgal edilmiş olmasına bozulmuş gibi bir halleri yok. Onlar da bizim kadar heyecanlı. Tabaklarımıza bol kepçe yemek doldururken, doymazsak yeniden gelebileceğimizi söylüyorlar. Esalen’den içeri adım attıktan sonra bütün yemekler bedava.
Ben tabii daha yemeğimi almadan, sahneye en yakın bir yerlere kurulma derdindeyim. Millet sabahtan mı gelmiş, orada mı yaşıyor nedir, açılır kapanır plaj sandalyeleri, battaniyeleri, piknik sepetleri ile biz seyircilere ayrılmış çim sahaya çoktan yayılmışlar. Takar mıyım ben hiç? Kararlı adımlarla en öne kadar yürüyüp, uzansan sahneye dokunabileceğin bir mesafedeki çimlere, üzerine oturabileceğim, mindere en yakın obje olan bilgisayar çantamı bırakıyorum. Aman etim ne budum ne?
***
Bağdaş kurdum bekliyorum. Ön grupları dinliyorum. Bir üşüyor, bir terliyorum. Keşke yanımda şimdi Yasemin olsa diyorum. Oğlu var Joan Baez’in, Gabriel, ben yaşlarda. Sahnenin arkasında, yanında, dolaşıyor, gidiyor kahve alıyor, kurabilye alıyor. Bir kaç defa yanına gitsem diye kendimi cesaretlendirmeye çalışıyorum…Olmuyor. On beş yaşında değilim. Yılların benden alıp götürdüğü nedir? Cesaret mi? Heyecan mı? Yoksa yılların götürdüğü değil de getirdiği yeni bir şey yüzünden mi Gabriel’e yanaşmıyorum? Hani o ses içimdeki, ne olacak yani diyor, Gabriel’le tanışsan, bir de fotoğraf çektirsen ne değişecek hayatında? Yılların bana hediyesi bu bezgin ses mi? Tam ayaklanmışken bakıyorum, Gabrilel sahnenin arkasında geçmiş, yanında annesiyle tepemizden uçan Kanada kazlarına bakıyor.
Joan Baez, orada tam karşımda, başını oğlunun omzuna dayamış, o da Kanada kazlarına bakıyor. Dün Portland’ı boydan boya kaplayan gökkuşağına baktığımız gibi, biz çimenlerde oturanlar kollektif bir içgüdüyle başımızı kaldırıp kazların geçişini izliyoruz. Kazlar Meksika istikametine kanat kırınca Joan Baez’in ismi anons ediliyor. Bizimki çevik adımlarla iki basamağı çıkıyor. Peşinden Gabriel ve gitaristi geliyor. Sahnenin ortasında durup bize kocaman gülümsüyor. Dağ gibi kadın hala! Beni görür mü, tanır mı? Sırtımı dikleştiriyorum. Onun beni tanımasının ne önemi var şimdi? Egosal dertlerim bu anı benden çalacak aklı sıra. Yok ama, yemezler.
Sesini duyunca egosal dertler toz olup gidiyor zaten. Yuvaya dönmüş gibiyim şimdi. Yeni bir şarkı söylüyor ama sesin titreşimleri yüreğimdeki eski, tanıdık bir yeri tıngırdatıyor. Gözlerim doluyor. Birisi arkadan bağırıyor:
“Joan I will always love you!”
Ben de, ben de.
O anda ben yaşsızım, yurtsuzum. Sisler içinde kıvrılarak varılan bir tepenin yamacında, yüreklerinde aynı eski tanıdık titreşimi barındıran dostlarımın arasında mutluyum. Ayağa fırlayıp dans ediyor eski hipiler, ben Gracias a la Vida da dahil olmak üzere bütün şarkıları söylüyorum. Sahnede perküsyon çalan Gabriel ile göz göze gelince korkusuzca gülümsüyorum. Yılların getirdiği bezgin iç sesi Joan Baez’in yıllara meydan okuyan kristal sesi silmiş, temizlemiş!
Konserden sonra annesine eskortluk eden Gabriel’in omuzuna elimi dokunduruyorum. Sanki biz yıllardır dostuz. Ben onu tabii çocukluğundan beri tanıyorum. Bungalovlarının önüne kadar gelmişiz. Arkamda hayranlar sürüsü.
“Bir fotoğraf çektirebilr miyim?”
“Çok üşüdüm” diyor Joan Baez elimi sıkarken, “Memnun oldum Defne.”
Hayranlar akın akın yanımıza yaklaşıyorlar. Joan Baez’in kaldığı kulubenin önü hızla doluyor. Joan bungalovuna girmeden önce hepimize kocaman gülümsüyor yine, o dağların ardında yaşayan bir Kızılderili kabilesinin şefine elini uzatıyor, onu aramızdan çekip alıyor, beraber kulubeye girip gözden kayboluyorlar.
***
Dönüş yolu sisli, puslu, virajlı… Üç saat sonra uçağım kalkıyor, önümdeki yol nereden baksam kısalmıyor. Salinas’a bağlanan yolda tek bir lamba bile yanmıyor. Karanlığı yarıyorum. Önümde arkamda tek bir araba yok, kara delikte hızla ilerliyorum sanki. İçim rahat, yüreğim hafif, kaçacak olan uçak umrumda değil. Karanlığın kalbine dalarken , Joan Baez’in kristal sesi kulaklarımda mırıldanıyorum:
“Somewhere near Salinas, Lord, I let it slip away…”
Egosal dertlerim, yetişkin benliğim, sonradan inşa ettiğim kimliğim…Salinas’ın oralarda bir yerlerde, bırakmışım onu gitsin kendi yoluna. Kendimi iyi hissediyorum.
…and feeling good was good enough for me lalalalalala…
Ve bana yetiyordu kendimi iyi hissettmek.
Lalalala.


(Joan Baez’in 99.5 yaşındaki annesi)
Ne güzel bir deneyim, her detayı çok güzel, çok ferahlatıcı 🙂