Atina’da bu sabah… Bahar habercisi bir gün. Üstelik 21. Yüzyıla değil, daha eski ilk gençlik ve çocukluk zamanlarımıza ait bir baharın habercisi. Hani havaların birden ısınıp da önlüklerimizin altına giydiğimiz külotlu çorapların çıktığı, yerine diz hizasında (ajurlu) beyaz çorapların giyildiği bir zaman vardı. Hani, bazı uyanık dondurmacılar (Durak Büfe) havayı fırsat bilip külahları da dizerlerdi biz çıplak bacaklı okul çocuklarının görebileceği bir yere. Eskiden, çok eskiden. Magnum’dan, Algida’dan, Panda’dan bile önce. Dondurmanın sadece üç formda sunulduğu zamanlarda…(külah, kap ya da kağıt helva arası) Evde bir pazarlık başlardı. Dondurma pazarlığı. Yarın dondurma yiyebilir miyim? Hayır hava daha ısınmadı. Boğazın ağrır. Hayır, katiyen olmaz!
Okullar kapanmadan dondurma yemek bizden bir üst kuşağın aile kuralları dahilinde mevcut değildi. Onlar da kendi ana babalarının kurallarını bize tekrarlamaktan başka bir şey bilmiyorlardı. (Bradshaw’ın “Poisonous Pedagogy” adını verdiği durum. Bu noktaya sonra geleceğiz) O yüzden ya dondurma servis ile daire kapısı arasında geçen zaman içinde alınıp, muhtemelen asansörde bir hamlede yenecek (boğaz ağrısı demişken!) ya da aile, kuralları değiştirmesi konusunda ikna edilecekti. Dünya değişiyordu nihayetinde. Onların zamanında Mayıs başında dondurma çıkmıyordu ki. Şimdi çıktığına göre yenebilirdi de…Benim annem değişimden yana bir kadındır, isteklerimi makul bir şekilde ifade ettiğimde inat edip de karşı durduğu hemen hemen hiç olmamıştır. İşi abartıp kendi başıma taksiye atlayıp (yaş dokuz) Şişli’deki ilk kaçak Barbilerin satıldığı Pilavcı pasajına gittiğimde dizginleri eline almıştı tabii ama mayısın ilk haftaları geçince Durak Büfe’den karamel çikolata dondurma alıp da apartmanın bahçesinde keyfimce yememe izin vardı. Ondan bir önceki kuşağa ait olan büyük Hala’yı ise yaz tatili başlayana kadar ikna etme şansım olmadığını bildiğim için denemiyordum bile. Beni evde Hala’nın beklediği günler asansörde yutuyordum dondurmayı.
İşte o Mayıs öğleden sonralarında, tatlı bir serinlik çıplak bacaklarımızı okşar geçer, içimizi hoş ederken, o zamanlar yüzden doksanı mesken olan bizim apartmanın şimdi otoparka dönüşmüş bahçesinde dondurma yerdim ben. Atina’daki bu tatlı Şubat sabahı içimde o günlere dair bir takım hisler… Kahvaltı sofrasında bizim Bey dedi ki, «bu sabahki yogan seni başka bir mekana ya da zamana zaplamış galiba, buralardan bir ışık kadar uzaktasın.» Haklı. Bir balona binmişim şehrin üzerinden süzülüyorum. Baktığım şeyler hakkında bir fikir sahibi olmayı amaçlamadan bir çocuk merakı ile etrafımı seyrediyorum.
Çocukluğumdaki gibi hissediyorum bugün kendimi. Yoğun hislerin sessizliğinde. Hayata katılmaktansa kenardan seyretmeyi tercih ederek. Böylece daha çok hissederek…
Çıktım. Yüzümü güneşe vere vere yürüdüm. Akropolis’e çıkacaktım. Partenon’un oraya. Çok güzel sokaklar var oralarda, arabaların girmediği daracık sokakların iki yanına dizilmiş renkli taş evler, tertemiz, derli toplu. Avlularında çam ağaçları. Bir de çay bahçesi var. Bir tarafı Partenon’a bakıyor, diğer tarafı Antik sütunların dizildiği uzun bir vadiye. Çay var bir de kahve. Taburelere oturuluyor. Yürümeye başlayınca bacaklarımı bir güçsüz hissettim. Zaten dünden hazırım yürümekten vazgeçmeye, pek haz etmem yürümekten. Bisikleti, pateni, otobüsü, treni bin kez tercih ederim kısa bacaklarımın beni asla tatmin etmeyen hızına.
Atina’daki mahallemizde yeni bir kahve açılmış. Portland kahvelerine taş çıkartan cinsten. Modern mimari, minimalist dekor, lezzetli kahve ve o tatlı serin havanın teninizi okşayabileceği bir açıyla yerleştirilmiş masalar.
Ben kim Akropolis kim? Hemen oturdum. İki saattir de oturuyorum! Müzikleri bir duysanız! Sanki benim o çocukluğumun balonunda salındığımı bilen bir yüce DJ var yukarıda bir yerlerde, o çalıyor. Madonna, the Cure, Micheal Jackson, George Michael, Duran Duran, Genesis, Nina, Steve Wonder, Laura Brinigihan.
Bu parçaları duyunca aklıma Penguen Buz Pateni geldi. Çünkü benim yabancı pop ile tanışmam Penguen’de olmuştu. Benim tek başıma taksiye atlayıp Pilavcı Pasajı’na kaçak Barbie bebek bakmaya gittiğim zamanlardı. Taksim Talimhane mevkiinde bir buz pateni pisti açılmıştı. Ben sadık bir Katerina Witt hayranı olarak derhal Penguen’e asil üyeliğimi talep etmiştim annemden. Ondan sonra da her Cumartesi bir kaç süren bu Penguen seansları annemle ikimizin ortak zevki haline geldi. İşte orada ben pistin orta yerinde fırıl fırıl döner ve camın arkasından beni seyreden annem tarafından alkışlanırken hep bunlar çalardı…
Bu da 1984 Nostalji yazısı oldu böyle.
George Orwell’inkinden başka, daha tatlı, daha serin.
Bugün gibi.
akropolis deyince aklıma gelen ordan indikten sonra beyaz duvarlarına renkli graffitiler yapılmış binalar, dar sokaklar, gayet kazıklanarak keyifle yediğim balık, çok ucuza severek aldığım somon rengi, rahat, süet ayakkabı…tabi bütün bunlar benim tarihe olan ilgimin aleni göstergesidir. Bana göre tarih= taş yığını:)
Aahh.. Ahh… Hep o müzikler maafetti beni 🙂
Ne zaman ki sevdiğim bir müzik başlardı Penguen’de, pist boyunca düşerdim 🙂