Geçenlerde bir gün çok öfkelendim. Ben öfkelenince ağlayan kadınlardanım maalesef. Hani erkeklerin en tahammül edemediği türden. Salya sümük bağırırım karşımdakine. Ağlamadan öfkemi boşalttığımı hiç hatırlamıyorum. Hoş bir özellik değil, çemberimi daraltarak bu huyumu düzeltmek üzere çalışmalar yapıyorum.
O çok öfkelendiğim geçen gün, şansa Transpersonel Psikoloji dersindeydim. Internet üzerinden katıldığım bir programın parçası bu ders. Üç yıllık program Kanada’daki Clearmind Enstitüsü tarafından yönetiliyor. Modern psikoloji ve danışmanlık teknikleri hakkında iyi bir eğitim verdiği gibi öğrencinin kendine yakınlaşması, kendi yaralarını iyileştirmesi için de özel çalışmalar sunuyor. Özellikle ilk yıl sadece kendimizi tanımak ve ruhumuzu şifalandırmakla geçiyor, geçti.
Neyse lafı uzatmayayım, geçen yazıda sözünü ettiğim Bir Duygu-Bir Sayı tekniğini de bu eğitimde öğrendim. Her dersin başında sınıftaki öğrenciler tek tek o anda ne hissettiklerini ve o hissi ne düzeyde hissettiklerini beyan ediyorlar. Internette sınıf mı olur demeyin. Dİyorum size iletişim teknolojileri çağımızın mucizesi. Bu programın 1.sınıfına kayıtlı onaltı adet öğrenci ve iki öğretmenimiz, online üniversiteler için geliştirilmiş bir program sayesinde her salı akşamı bir araya geliyor, ders dinliyor, not alıyor, soru soruyor, sunumlar yapıyoruz. Minik minik kameralardan birbirimizi görebiliyoruz.
Her ders dört saat sürüyor. Geçen ayki derslerin birinde, yine Istanbul birbirine girmiş, benim dikkatim dağılmış, ders devam ederken twitter’a, facebook’a dalmışım. Henüz Gezi dağıtılmamış, canlı haberden diğerine geçen parmaklarım titriyor, elime geçen bütün bilgiyi paylaşıyorum filan. Bir yandan da kulağım derste ama. Derken dink diye eposta kutuma bir mektup düşüyor. Direnişcilere ve onları savunan bana, yazılarıma, yabancı radyolara verdiğim röportajlara söven, beni yerden yere vuran bir mektup. Tanımadığım birinden. Tehtitkâr değil ama saldırgan. Öfkeyi hissediyorum, halka halka boynumdan yüzüme çıkıyor, parmağım “cevap yaz” tuşuna basıyor. Bir satır yazıyorum, siliyorum. Beyefendi siz belli ki car car car. Olmuyor, siliyorum. Anlayışlı bir ifade mi kullansam? Bir satır daha. Yok bu da çok şirin oldu. Sevgi mi dileneceğiz şimdi bu adamdan? Herkes beni sevsin isteyen bir tarafım var, onu da keşfettik bu eğitimde. Hadi bakalım şirin satırı da sil.
Derken derken derken…eğitimi, dersi tamamen unutmuşum. Birden aklıma geldi. Eh, ben psikoloji dersinde değil miyim? Nasıl bir cevap yazmam konusunda öğretmenlerimden daha iyi kim bana tavsiye verebilir. Hemen parmak kaldırdım, (evet parmak da kaldırabiliyoruz!) söz aldım. İstanbul’u, şiddeti, umudumu, korkumu anlatırken boğazıma takılan yumru, meçhul okurun yazdığı emailin içimde uyandırdığı öfkeye geçince fırladı, başladım ağlamaya tabii. On altı kişilik sınıfın önünde hıçkıra hıçkıra ağladım bir süre. Herkes sessizce beni izledi.
Hıçkırıklarım biraz dinince öğretmenimiz dedi ki,
“Biiir bu adam sözleri ile sana dokunuyorsa demek ki orada bir yara var. Kendinle ilgili duyduğun bir şüphenin ruhunda açtığı yaraya dokunduğu için tepki veriyorsun. Emaili yazan kişinin sözleri senin hangi güvensiz noktana temas etmiş? Önce bunu bul. Ne tepki vereceğin konusuna gelince: Asla içeriğe dair tepki verme.”
“Hı?”
“İçeriğe tepki verme. Onun söylediklerine karşı atak, ya da defans yaratacak şeyler söylemeye uğraşma. Bir yere gidemezsin bu şekilde.”
“Ona karşı argüman geliştirmeyeceksem, ne diyeyim peki?”
“Ondan ne duymak istiyorsan onu söyle.”
“Nasıl yani?”
“Sen o kişinin sana ne söylemesini isterdin?”
Bir durdum düşündüm. Ben adamın bana hiç yazmamış olmasını tercih ederdim. Ama madem yazdı, “fikirlerinize ve eyleminize katılmıyorum, sebebleri de şu şu şu. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim” demesini tercih ederdim, dedim.
“Eh, o zaman tam da bunu yazacaksın ona.” dedi öğretmenimiz “Onun sana yazdığı hiç bir nokta ile çatışmaya girmeden, duymak istediğini sen söyleyeceksin. Sonra tabii bir de kendi yaranı araştıracaksın ama bunu sonra da yapabilirsin.”
İçeriğe tepki vermemek! Ne kadar sade ve etkili bir çözüm. Bik bik bik, sen böyle dedin ama aslında bu ben böyle yaptım, bik bik bik diye uzatacağımıza, ne duymak istiyorsak onu söylemek…O kadarcık. Üzerimden yük kalktı.
Yazdım da. Bir daha ses çıkmadı o kişiden. Eh zaten benim istediğim de buydu!
Yara üzerinde çalışmalarım ise sürüyor.

bu gercekten de çok güzel bir yazı olmuş. Geçen gün yanında çalıştığım avukat bey de dikkatsizsin basit hatalar yapıyorsun dedi, icimde kabaran öfkeyi anlatamam. Hemen savunma yapmak istedim, tek başımayim, tüm sorumluluk bende, zaten iş çok, dava çok karışıktı, o gün şu olmuştu. Şimdi düşünüyorum da bu eleştiriye kendi icimde hak vermeseydim sadece güler geçerdim belki de şaşırirdim. Bu kadar ofkelendiysem demek ki sadece, beni kemiren bu düşünceyi başka birinin ağzından duymak hoşuma gitmemiş.. Bir de asıl ilginç olan su, yaralarla yüzleşmek insanı ne kadar rahatlatiyor. Sanki anneye büyük bir kabahati itiraf etmek gibi 🙂
“Duymak istediğini yaz,” ne güzel bir şey! Çağ’ın bana “Kızdığın şeyle senin bir derdin var demek ki,” vurgusu gibi… Hep böyle “Ayna ayna, söyle bana!” durumlar. Başta etrafı, sonra da kendini suçlamaktan, öfkelenmekten, kötü hissetmekten alıkoyan hisler. Aman, sadece kötülere vurgu oldu. Hemen toparliyim: İyilerin de sebebini diğerlerine, kendi başarına vs. bağlamamak için aynalar şahane.
Hop, hemen kimliksiz mi olduk şimdi sorusu geliyor zihinlere. Yoo, bak burdayım/burdasın. Öfke, aşırı sevinç, kıskançlık, övünç gibi hislere yapışıp kalmanın dışında o kadar çoooook şey var ki eğer cidden sen/kendin/ben/kendim olmak istiyorsan.
Mesela Defne var, zihnimde dönenleri pıtır pıtır yazıp bu işten kaytarmamı sağlayan 😉 Tabii bir de “Oley, hiç yalnız değilim!” dedirten.
Öpçük.