
#atinagünlükleri7
Sevgili Okurlar,
Akşam oldu. Bir iki saat çalışma odamda okudum, yazdım. Şimdi tebdil-i mekanda ferahlık vardır düşüncesiyle salona geçtim. Tıpkı küçüklüğümde odamda ödevlerimi bitirdikten sonra günlük yazmaya ya da resim-iş ödevi filan yapmaya, salona, televizyonun karşısına geçtiğim gibi. Yerde oturuyorum. Bilgisayar sehpada duruyor. Sol elimin uzantısı bitki çayı. Bey köşede, kulaklıklarını takmış film seyrediyor. Kediler akşam yemeklerini yediler, oynayalım diye gözümün içine bakıyorlar. Kaloriferler yandı. Bu gece Atina’nın en soğuk gecelerinden biri olacakmış, öyle söylüyorlar. Tepemde bir çatım olduğu için yüce Tanrı’ya şükrediyorum.
Fonda müzik Karaidrou’nun Ulysis’in Bakışı filmi için bestelediği müziklerin albümü çalıyor. Ben yazarken dinliyorum, siz de yazarken dinlemek isterseniz spotify linki şöyle:
. Korona Günlerinde Atina günlüklerimi yazarken dinlediğim müzikler için de bir playlist hazırlıyorum. Onu da spotify’da Athens Diaries diye aratarak bulabilirsiniz.
Geçen yazılarda size rutinin öneminden bahsettim durdum. Zihnin uçucu, değişken, düşüncelerle bir oraya bir buraya savrulan yapısını dinginlemenin en iyi yolunun zamanı kompartmanlara ayırmak, duyguların, değişken ruh hallerinin çağrısına aldırmadan o rutini uygulamak olduğunu söyledim. Peki, ben ne kadar uyabildim bu sözlerime? Her sabah aynı saatte uyanmanın -mümkünse gün doğmadan 96 dakika önce, Brahma Muhurta diliminde- ve geceleri de aynı saatte -mümkünse 23.00’ü geçirmeden- uykuya dalmanın öneminden dem vurdum durdum. Sonra kaçta uyandım? Neredeyse 8’de. Neyse, dedim. Çok yorgundun. Biraz uyuduğun iyi oldu. Brahma Muhurta kaçtı ama hâlâ yoga yapabilirsin.
Dün gece gerçekten de bitkindim. Bey’i yatağa nasıl taşıdım, kendimi nasıl taşıdım, kapıları nasıl, ne zaman kilitledim hiç hatırlamıyorum. Dün akşam Seviye 2 sınıfımla Zoom üzerinden buluştuk. Herkese tek tek nasıl olduklarını sordum. Bir Duygu Bir sayı. Bunu biz Kanada’daki Clearmind Enstitüsü‘nde üç yıl boyunca devam ettiğimiz Psikolojik Danışmanlık programında öğrenmiştik. (3. çoğul kişi çünkü bu eğitimi Bey ile beraber tamamladık- “Psikolojik Danışman” titrimiz de mevcuttur.) Öfke hissediyorum 8 şiddetinde, kaygı hissediyorum 5 şiddetinde, az bir şey neşe (2 şiddetinde) ve -bu yüzden de- bolca suçluluk hissediyorum (9 şiddetinde) vs vs. 30 kişiye tek tek sordum. Herkes kamerasını ve mikrofonlarını açıp konuştu. Hepimizin üzerinde bir ağırlık vardı, en hafif hisseden bile içinde bulunduğumuz hakikatı hatırladıkça ağırlaştı. Ya da derinlerde bir yere bastırdığı su yüzüne çıktı. Biraz ölüm hakkında konuştum. İnsanlık ölümle burun buruna geldi. Henüz bizim burnumuzun dibinde değilse bile çok yakınımızda… Ölüm, doğum kadar doğal. Bunu teoride biliyoruz ama kendimizin öleceğini bir türlü hayal edemiyoruz. Anne ve babamızın ölümünden ölesiye korkuyoruz ama bunun bir gün kaçınılmaz bir biçimde gerçekleşeceğini düşünmek dahi istemiyoruz. Bu gerçekle yüzleşmemek için paniğe bile kapılabiliriz.
Bu söylediğim belki kulaklara mantıksız geliyordur. Ölümün mutlaklığı ile yüzleşmemek için paniğe kapılmak mı? Evet tam da bunu söylüyorum. Paniğe kapılmak bir cins yüzleşmeme mekanizması. Paniğe kapıldığımız zaman oturup da en derinde korktuğumuz şeyin ne olduğunu düşünmeyiz. Bunu düşünecek vakit yoktur. Çünkü paniğe kapıldığımızda yapılacak dünya kadar iş vardır: Yoğurt kabının çamaşır suyu ile silinmesi gerekir, eller yıkanır, kapı kolları silinir, oradan elektrik düğmelerine geçilir, domatesler sabunla ovulur, dezenfektan kutusu dezentefte edilir, tüm bunlar yapılırken giyilen giysiler makineye atılır, 90 derecede yıkanır vs vs vs… Panik bir meşguliyet halidir. En derindeki korkuyla yüzleşmeyi geciktirir. Biraz tüketim çılgınlığı bir şeydir panik. Kontrol yanılması uyandırır. Çocuğu eve geç kalan annenin endişenip durdukça bir şeyler yaptığını zannetmesi gibi bir yanılsamadır.
Neyse, bu ölüm konuşmasının ağırlığıyla bir türlü uyanamadım. Yoga da yapamadım. Zaten gün doğumunu kaçırdıysam, işler sarpa sarar hemen. Kahvemi hazırladım, bari he sabah yaptığım gibi bu sabah da 24 dakika kahvemi içip roman okuyayım dedim. Telefonu açtım onun yerine. Normal bir zamanda, yogadan önce asla telefonumu açmam. Mesajlar, emailler derken benim yirmi dört dakikalık roman süresi doldu. Bey’i kaldırma vakti geldi. Sonra kahvaltı, sonra mutfağı topla, çamaşır, kedi tuvaleti, emaillere yanıt, mesajlara yanıt, öğle yemeği, mutfağı topla, kedi maması, çamaşır as, Bey’in tuvaleti, el yıka, havlu değiştir, bulaşık makinesini boşalt, sonra yine doldur derken öğleden sonrayı ettik. Anladım ki içim dardağınık. Toplayıp da bir düzene, rutine sokmaya imkan, ihtimal yok.
Azıcık bir çıkıp yürüyeceğim ben Bey, dedim.
4 gündür ilk defa parka gittim. İyi ki de gittim. Parkın kapısında bir yazı. Kapanıyormuş. Atina’nın tüm park ve bahçeleri kapanıyor. İsabetli bir karar, çünkü maşallah herkes parktaydı. 2 metre kuralına takan takmayan, koşan, bisiklete binen, köpek gezdiren, banklarda oturan, piknik masalarında kahve içen, kiliselere mum diken kadınlar, erkekler, çocuklar… Ya biz dört gündür evden çıkmıyoruz, millete bak dedim. Meğer hayat devam ediyormuş dışarıda. Belki de parkın son günü diye herkes koşmuştu dışarı. Eldibenli ellerim ceplerimde yürürken parkımızın güzelliğini seyrettim. Erguvanlar açmış, çiçekler, ulu selviler, ökaliptüs ağaçları, çamlar, minicik toprak patikalar, havuzlar, su kanalları, çakıl taşları. Biz parkımızın güzelliğini nasıl da fark etmemişiz. Birden müthiş hüzünlendim. Yaşam ne değerli, ama ne kırılgan bir şey. Ne kolay yitebilir. Etrafımda yaşamın güzelliğini seyrederken ne kadar yitirilebilir bir şey olduğunu canımda, kanımda hissettim. Sabah uyandığımda Bey, gözleri dolu dolu “İtalya’da insanları anne babalarından ayırıp karantinaya alıyorlar, birbirlerinden ayrı boğularak ölüyor insanlar,” dedi bana. (O her zamanki gibi benden erken uyanmış ve gazeteleri okumuştu) O insanları düşündüm. İtalya bir adım ötemizde. Uzayda ve zamanda.
Yitiriyoruz.
İnsanları, insanlığı, sağlımızı, yaşamı, gerçek sandığımız hayatı, büyüklerimizi, işimizi, özgürlüğümüzü, güvenliğimizi, dünyamızı yitiriyoruz. Her yitirişin tutulması gereken yası vardır. TUtulmamış yaslar kabuk bağlar insanın, toplumların içinde, koparır sizi sizden, ötekinden, evrenden.
Parkımızda son defa yürürken yiten herşeyin yasınının yüreğimi yakmasına izin verdim. Başımıza gelenlerin anlamını sorgulamadan, New Age sıçramalar yapıp da insanlığın yeni bir uyanışın eşiğinde vs olduğu zırvasına kapılmadan, yitirmekte olduğumuz her şey ve herkes için ağladım.

…
Harika yazı, harika müzik.
🐟🐋💙❤🐾🐾
Yalnız değilsin…
o kadar huzunlendim ki bu muhtesem yazınızı okuyunca anlatamam. birden butun bu olanları pratik olarak ( evde gonullu karantina, kapı kolları dikkati,el yıkama vs vs) kabullenmis olsamda ve gereklerini yerine getirsemde, yasattigi deneyime manevi olarak bir mesafe koydugumu ve kendimden uzaklara oteledigimi farkettim.
Yazdıkların hep içime işler ama bu yazı ayrı olmuş Defnecim. Ağladım, ağladım, ağladım. Çünkü bugün ilk kez kendimi aciz, yenilmiş ve korkak hissettim. Bütün gün aklıma söz geçiremedim. Ömrümden bir bahar geçti ve bu yıl ilk kez leylekleri karşılayamadım, bahar dallarının altına yatıp hayaller kuramadım. Yarın daha umut dolu bir güne uyanmak dileğiyle. Kali nihta 💜
“Her yitirişin tutulması gereken yası vardır. TUtulmamış yaslar kabuk bağlar insanın, toplumların içinde, koparır sizi sizden, ötekinden, evrenden.” Müthiş bir ifade, İstanbul’dan, odamdan ve yüreğimden sevgiler 🐾🌻🌼👒
Ne tuhaf benim de son 2 gündür Angelopoulos’un Ulyyses’Gaze’inden sahneler geliyor gözümün önüne. Filmi izleyeceğim tekrar. Ağlamakla gülmekten karnı ağrımak arasında gidip geliyorum. Balkonda uçuşan papağanlara bakıyorum. Haberlerde umut kırıntıları arıyorum. Evde olmakla sorunum yok ama tam “evde ne mutluyum” diye düşünecekken o mutuluk puf diye sönüyor. Ve hatırlıyorum! Paylaşmaya devam….
❤️