Ben kış uykusu gibi bir şeye yattım galiba. Yeni yıl niyetlerimden biri bu uykudan silkinip size düzenli olarak yazmak. Yeniden sizlerin varlığını hayatımda, günümde hissetmek. Bu blog benim yuvam. Kitaplarımdan önce sizi bulduğum, buluştuğumuz yer. Lütfen ne okumak isterseniz, ne duymak istersiniz bana yazın.
Yeni yılınızı en içten dileklerimle kutluyorum. Beraber üreteceğimiz, yüzeyselin yerine derini, geçicinin yerine kalıcıyı, korkunun yerine sevgiyi koyacağımız bir sene olsun. Bir trene bindik, beraber gidiyoruz, son durağa kadar beraberiz. O halde bağları sıkı tutalım. Başka neyimiz var ki?
İki gündür aklım sürekli yazıyor, parmaklarım bir türlü klavyeye varmıyor. Pınar Gültekin ölü bulundu. Ben iki sabah önce uyandığımda bu haberi aldım. O andan beri sözcükler, cümleler, zulümler, cinayet haberleri, anılar, yazılar aklımın, vücudumun içinde dolanıyor. Bir tarafım yaz diyor. Yaz ve hepsini okura ulaştır. Diğer tarafım ise ümitsiz. Dünya liderlerine bir bak diyor. Dünyanın gittiği yöne bak, neresi düzgün ki, insainsan olmasını bekleyelim? Hem ne demek “insan olmak”? Kadına, erkeğe, trans kişiye, çocuğa, hayvana, doğaya saygı gösterecek bir çoğunluk insan nüfusu içinden çıkacak mı? İnsan bunu kendi içinden çıkartabilecek mi? İçime soruyorum.
İçim tükenmiş. Yapacak bir şey kalmadı diyor. Ne yaparsan yap bir fark yaratamayacaksın. Çünkü insanın kötülüğü başlara taç edildi. Zulüm meşru. Zulüm cezasız. Zulmün daima bir mazereti, bir “hak edeni” var. İktidarın (sadece siyasi iktidardan bahsetmiyorum) elinde zulüm bir oyuncak. Onu tutan yok. İçindeki kötülüğü frenlemene gerek yok insan evladı. Çünkü kötülük artık serbest. Küfret, aşağıla, ayır ve hor gör, suiistimal et, kabadayılık et, zorbalık et, kendini üstün gör, üstünlüğünü ilan et, ez ve geç. Yeni dünya düzeninde bunların hepsi seni daha da beğenilir ve sayılır konumlara getirecektir. Bunlar liderlik vasıflarıdır artık. O karı kılıklı eski düşünürlerinin etik ahlak saygı fraternite egalite liberte (ne biçim laflar bunlar zaten? Kesin içinde ahlaksızlık var) kavramlarını da at çöpe. Hayır varile koy ve yak. Üzerine beton dek. Erdem neydi? Emin değilsin. Cevap şıklarını görebilir misin? Gerek yok. Yeniden tanımla. İçinde zulüm olsun. Erdemli kişi öteki olarak tanımladığı herkesi ezme hakkına sahip olsun mesela. Öyle bir düzen. Neden olmasın? Her şey mümkün artık bu dünyada. Sky is the limit.
Evli bir erkek, artık onunla birlikte olmak istemediğini söyleyen bir kadını öldürüyor. Yetmiyor. Yakıyor. Yetmiyor gömüyor. Üzerine beton döküyor. Sonra evine mi dönüyor artık ne yapıyor bilmiyorum. Belki akşam sofraya oturuyor. Ne hissediyor? Kendinden memnun mu? Güçlü mü hissediyor kendini? İnsan bir diğer insanı ne kazanmak için öldürür? Bunu düşünmeden edemiyorum. Ruh hastası, sapık, cani diye bu Pınar Gültekin’in katilini ötekileştirmek istemiyorum. Oraya girdiğimde çünkü bu pisliğin merkezine gidemeyeceğim. Bu pisliğin merkezine gitmeyi pek çoğumuz istemiyoruz. Çünkü biraz kazıdık mı o pisliğin merkezindeki kesif kokunun çok yakınımızdan, kendi evimizden geldiğini fark edebiliriz. Hatta belki tam olarak kendi içimizden.
O yüzden diyorum ki, ötekileştirme bu katili. Gözlerinde yaşamın tüm ışıltısını taşıyan bir genç kadını boğan, yakan, gömen, üzerine beton döken bu adamın o akşam evinde ya da kaçtığı otel odasında ya da her neredeyse (Hikâyenin o kısmına önem atfederek büyütmek istemiyorum. Pınar’ın dostları günlerce kayıp ilanı verdiklerine göre adam polise gitmemiş, bu kadarı benim için yeter) ne hissediyor? Ağlamaklı bir biçimde, ellerini avuçları arasına almış, neden beni buna zorladın, diye Pınar’ı mı suçluyor? Gül gibi geçinir giderdik. Metresim olurdun. Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Kimse beni reddetmez. Reddederse işte böyle olur. Rahatladı mı? Bir kadının seni istemiyorum, demesinin benliğinde açtığı yarık kapandı mı? Tam bir insan oldun mu yine? Adam oldun mu? Erkek misin tekrar? Nedir o anda hissettiğin? Onu bir anlarsam, ona benzer bir şeyi kendi evimde, kendi içimde yakalarsam, sanki değişimi oradan başlatabileceğim. Bir taş oradan oynayacak.
Bu akşam Atina’da Türk ve Yunan kadınlar bir araya gelip elimizde pankartlarla yürüyeceğiz. Bu, bir şeyleri değiştirir mi? Bu yazı bir şeyleri değiştirir mi? Topladığımız imzalar, savunduğumuz İstanbul Sözleşmesi, kadınlar dayanışması? Bunlar bir şeyleri değiştirir mi? Doğruya doğru pek ümidim yok. Kendi hayat dilimimde, erk iktidar karşısında bağımsız ve özgün bir biçimde dikilmek isteyene söz (ve yaşam) hakkı tanınacağına dair umudum benim yok. Ama yazıyorum. Ama akşama meydanlarda yürüyeceğim, pankart taşıyıp, slogan atacağım. Çünkü evrenin bir noktasına bir yerde bir taş yerinden oynayacaktır. Sonu ve sonucu nereye varacak olursa olsun benim atacağım, atmaya mecbur olduğum adım budur. Atacağım. Yazacağım. İktidarın benim içimde ördüğü zulüm şemasını bir yerinden çatlatacağım.
Bu akşamki protesto yürüyüşünün planı yapılırken, arkadaşlarımdan biri şunu sordu: Yürüyüşe erkekler de katılacak mı? Naifçe diyebilirsiniz ki, elbette kadın erkek beraber, dayanışma içinde erk iktidarın zulmüne karşı duralım. Erkekler de bu zulme bir dur demek istiyorsa, buyursunlar. Birleşe birleşe kazacağız nihayetinde. Değil işte işin astarı öyle. Bu soruyu soran arkadaşım da naif yanıtlara karşı gerekçesini derhal sorusuna iliştirmiş. Çünkü bu olay özelinde vahşeti ve şiddeti kınamak isteyen erkekler, iyi niyetli, hayatında kimseye el kaldırmamış, dövüşmemiş, kavgaya karışmamış dost canlısı erkekler(imiz), lanetlediğimiz zulmün bir parçası olduklarını, onu bilmeden etmeden yeniden nasıl tekrar tekrar ürettiklerini bilmiyorlar. Onlar Pınar Gültekin’in katilini içlerinde, vücutlarında, akıllarında, dillerinde yaşattıklarının farkında değiller. Üstelik bu ve benzeri protesto yürüyüşleri, katledilen kadının ismini neşreden heştegli postlar, tvitler ile kadın cinayetlerine karşı bir şeyler yaptıklarına inanarak vicdanlarını da rahatlatıyorlar. Böylece de erkek zulmünüm kalbinde yatan o çekirdek kalıbı yeniden üreten dil, düşünce ve davranış pratiklerini bırakıp dönüştürmeyi, onlara eleştirel bir gözle bakmayı dahi akıllarından geçirmiyorlar. Buna benim eşim de dahil. Gözünü bu gerçeğe her açtığımda hayret ediyor. Vay be ne şovenistmişim ben. Ama hiç fark etmemiştim.
Katili düşünürken herkes kendi içine, kendi evine baksın diye düşünüyordum. Kötülük ve iyilik insanın içinde yan yana durur çünkü. Yaşam bize her anıyla bir seçenek sunar. Manav paranın üstünü fazla verir. Dürüstlüğü mü seçeceksin kârı mı? Kedin eve ağzında canlı bir çekirgeyle girer. Yaşamı mı seçeceksin yoksa apartmanda yaşamaktan içi geçmiş kedinin kısacık da olsa özüne dönüp eğlenmesinin sende uyandıracağı hazzı mı? Her anımız bir seçimdir. En basitine indirdiğinde, iyilikten ya da kötülükten, hakikatten ya da yalandan, yaşamdan ya da ölümden yana bir seçim yapmamızı bekler hayat bizden. O katil kötülüğü seçmiştir. Kötülüğün bunca yüceltildiği bir dünyada kötülüğü seçmese erkekten sayılamaz zaten.
Kadın olmak çok zor, diye yazıldı çizildi son günlerde. Bu ülkede kadın olmayacaksın. Doğru. Ama bu ülkede erdemli bir erkek olarak yaşamını sürdürmeye çalışmak da çok zor. Önünde iki seçenek belirdiğinde, iyiliğin yoluna sapmak da zor. Seni oraya doğru sevk eden hiçbir değer yüceltilmediyse, bilicine işlenmediyse özellikle. “Kızını koruma, oğlunu eğit” sloganını beğeniyorum. Oğlunu eğit. Doğru. Ama nasıl? Kadına saygı gösterecek şekilde mi? Ne demek kadına saygı? Saygı nedir bilen bir toplum muyuz ki kadına saygıyı öğretelim oğullarımıza? Hayır, önce kendine saygı duy. Seni dışarıdan hiçbir kuvvet tamamlayamaz oğlum. Ne bir futbol takımı ne bir din, ne bir millet ne de bu aile, bu soy, bu soyadı seni sen yapamaz. Bu ailenin/milletin/cemaatin/tuttuğun takımın bir parçası olduğun için değil, sen, sen olduğun için tamamsın.
Evet, bence buradan başlamak gerek oğlanları eğitmeye. Sen her ne kadar kendi içinde bir bütünsen, annen de öyle, kız kardeşin de öyle. Onlara da neyi nasıl yapmaları gerektiğini sen söyleyemezsin. Her bir birey bütünlük içinde kendi kararlarını verebilir. Bu gerçeği en yalın haliyle görebilmelisin. Bir başkasının kendi vücudu veya hayatı hakkında vereceği kararlar senin bütünlüğünü, bozmaz. Bunlar sana karşı alınmış kararlar değildir. Bunlar senin bütünlüğüne karşı tehdit unsuru değildir. Annen, kız kardeşin, kız arkadaşların, trans komşun, eşcinsel akrabamız aynı senin gibi otonom varlıklardır. Onlar da senin gibi öznedir. Kendi eksenleri etrafında dönerler. Sana karşı bir tehdit unsuru değillerdir. Sen etrafına değil, içine bak. Oradan büyü, oradan yaşa. İyilik senin içinde. Onu seç. Denmeli bence. Bunu da babalar demeli. En çok babalar. Dayılar. Amcalar. Enişteler. Dedeler.
Aklımda daha çok şey var yazacak. Zulmün çekirdeğinde yatan iktidar söyleminin ve pratiğin günlük hayattaki muhtelif yansımalarına dair… Onları da yazacağım. Yarın devam ederim. Şimdi yürüyüş için hazırlanmalıyım.
(Bu parçayı ben yazarken dinledim, siz de okurken dinleyebilirsiniz.)
Sevgili Okur,
Son zamanlarda nasıl içim sıkılıyor! Dünya ağrısı yüreğime öküz gibi oturuyor. Ne yapsam geçmiyor. Bu doğru değil. Bazı şeyler var aslında. Yapsam geçer ama onları yapmak da hiç içimden gelmiyor. İnsanın kendini depresif hissetmesinin en tehlikeli tarafı da bu bence. İnsan depresif haline yapışmak istiyor, bir tarafıyla.
Neden böyle oldum diye düşünmek, hele hele içinde bulunduğumuz zamanlarda, çıkmaz sokak. Yüz binleri öldüren bir salgın atmosfere girmişken benim yüreğime dünya ağrısı oturmasaydı, kendime şaşardım. Dünya ağrısı biraz da insanlığın ortak acısıdır, yasıdır. Dozu dayanılmaz bir hale geldiğinde insanı öldürebilir. Bir tanesi babam olmak üzere, hayatıma girmiş iki kişi intihar notlarına “dayanamıyorum” yazmakla yetindiler. Ama insan ruhu, -tıpkı vücudu gibi- düşen kimyasallar karşısında çare üretebilir. Sağlıklı bir zihin, devamlı neşeli ve olumlu düşüncelerle dolu bir zihin demek değildir. Sağlıklı bir zihin, kendi karamsarlığına ayna tutabilen ve bu karanlık halin geçiciliğini kavrayabilen bir zihindir.
Bugünkü gibi sıkıldığımda evden çıkmak içimdeki bulutları dağıtmaya yardımcı oluyor. Tebdili mekanda ferahlık vardır. Akşam altıya kadar evde kem kem dolandıktan sonra nihayet 6’da, akşamın ışığı en güzel kızılına yaklaşırken ve hava nihayet soluk alacak kadar serinlemişken bisikletimle Athinas Caddesi’ne geldim. Yolda, bisiklet üzerindeyken, New York’da yaşayan çok eski bir arkadaşımı aradım. Bu arkadaşımla, yıllar yıllar sonra düzenli olarak telefonlaşmaya karar verdik. Çarşamba akşamları (bana göre) kısaca da olsa birbimizi arıyoruz. Geçen Çarşamba ben yine keyifsizdim. Arayamadım. Bu hafta da atlarsam, son 5 haftadır kurduğumuz bağ sekteye uğrayacaktı, o yüzden çevirdim numarasını. Bizim evden Dope kahvesine kadar yol bisikletle 10-15 dakika sürüyor. Atina’da iş hayatı öğleden sonra 3’te son bulduğu için ve turistler de olmadığından sokaklar bomboş, kafeler de bomboş. Bisikleti kilitleyip kahvedeki yerimi alınca telefonun kamerarasını da açtım, biraz da yüz yüze konuştuk.
Bana kalırsa iç sıkıntımızın büyük bir kısmı zayıflayan bağlarımızdan kaynaklanıyor. Geçen kış bu konuyu işleyen bir kitap çıktı. Yazarı Amerikalı. Depresyonun yükselişini birincil bağların (akrabalık ve dostluk) zayıflamasına bağlamıştı. Ben o kitabı aldım da üstelik, Moda’da küçük bir kitap ve plak satan dükkandan ama İstanbul’da bıraktım. Neyse, ben de aynısını düşünüyorum. New York’daki arkadaşımla yirmi dakikalık bir sohbet beni besledi. Birbirinin gençliğini bilen dostlarla konuşmanın şifalandırıcı bir etkisi olduğuna inanıyorum. Aileden saklanan şeyler olabilir. Ya da üzülmesin annem, kaygılanmasın babam, kızmasın kocam diye insan kendini ailesine tam olarak ifade edemeyebilir. Yeni dostlar iyidir ama onlar da sizin olgunluk çağınıza rastgeldiyse, derinde yatan ve belki sizin bile unuttuğunuz kişiyi göremezler. Gençlik dostları ise kabuğun altında kimin yaşadığını bilirler. Siz unutsanız bile onlar hatırlar.
New York’lu arkadaşım, buhranıma şifa olsun diye, günde bir saat sanatçı saati geçirmemi önerdi. Artist’s hour. Tam da senlik bir şey aslında, diye de not düştü. Çünkü onları, üniversite yıllarımızda, 90 dakikalık vardiyalarla masaya bağlar, saat çalana kadar tuvalete gitmek için bile ayağa kalmalarına izin vermezdim. Böyle böyle, üç günde üç paper yazardık. Shift usülü.
Sanatçı saatinde öyle kendimi masaya bağlamama filan gerek yokmuş. Hatta şu sıralar üzerinde çalıştığım romana, öyküye, projeye bile bakmama gerek yok. Günlük yazmak olabilir. Beni besleyen ama tüketmeyen, yormayan ve bitirilmesi gereken bir iş olmayan bir etkinlikten bahsediyor arkadaşım. Bu senin için ne olabilir, dedi.
Biliyorsunuz, bisiklete binerek ya da yürüyerek sesli kitap dinlemek beni çok mutlu ediyor. Günün ilhamını oradan alıyorum bile denebilir. Yoga yapmak, sabah yogası değil de akşam yogası da beni besleyen bir şey ama insanın içi sıkılırken yogaya dikkat etmesi gerekir. Karanlık günlerde derine inersen, oradan çıkamayabilirsin. Ne de olsa yoga, içinde ne varsa onu büyüten, gözler önüne seren bir mekanizma. Yogaya yeni başlayan ciddi öğrencilerin tüm karması birden önlerine dökülür. Başlarına gelmedik şey kalmaz. (Ben çok hasta olmuştum ilk senemde, operasyonluk.) Tanrılar ona şöyle der: Demek yoga yapıyorsun, yani karmalarınla yüzleşmeye hazırsın, al o zaman bununla başla.
İç sıkıntısının en fena tarafı ne biliyor musunuz? Sıkıntı değil. Keder, hüzün hiç değil. EN fena kısmı uyuşukluğu. Bir şey, herhangi bir şey hissetmenin zorluğu. Zaman (hayat) sanki ruhun kabuğundan geçiyor ve öyle hafif, öyle kendini hissettirmeden geçiyor ki, bir çizik bile atmıyor. Şaşkınlıkla dönüp üzerinizden geçmiş zamana bakıyorsunuz, Temmuz ayına bir hafta kaldı. Şubat ayından beri ne yaptım ben? Ne hissettim? Neyin farkına vardım? Neyin anlamını, ha tam şuramda, canımda bildim? Zamanın (hayatın) ruhuma attığı çiziklerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Onlar da yüzeysel.
Evet, yüzeysellik. İç sıkıntısının en tatsız kısmı yüzeysellik. Dikkat toplanmadığı için her şeye ilgi yüzeyde kalıyor. Alt katmandaki anlamları keşfetmeye üşenen bir zihin. Her an dağılmaya hazır bir dikkat. Bir küçük roman yazıyorum. Karakterleri ile yakınlaşamadık. Anlatıcısı bana hikayesini anlatıyor ama kimdir, sevdiği kadın kimdi, bana anlattığı hikaye esasen neyin hikayesi, bunları bulamıyorum. Anlamın peşinde koşturmanın dünyanın en haz veren işi olduğuna inanan, bunu tüm benliği ile bilen bir insan için ne acı bir insanlık hali yüzeysellik.
Zihinsel olarak derinleştiğimizde, bir eserin veya hayatın kendisinin anlamı üzerinde düşünüp, fikir ürettiğimizde, o anlamın altını katman katman kaldırdığımızda duyduğumuz zihinsel hazzın eşi benzeri yok. Bunu Ayfer Tunç da bir söyleşisinde söylemişti. Zihinsel doygunluk yaratıcılıktan geçiyor. Ben bu yüzeysel günlerde, derine girecek enerjiyi, odaklanacak hali bir türlü bulamadığım için içim sıkılıyor.
Siz? Siz nasılınız? Dünya ağrısı çöreklendiğinde siz neler yapıyorsunuz?
Bir güne ne çok şey sığmış, sıkışmış öyle! İki satır yazmasam tanrılar yakamı bırakmaz korkarım. Bugün 21 Haziran: Kuzey Yarımkürede yaz mevsiminin başlangıcı. En uzun gün. Yengeç dönencesine vuran güneşin dimdik ışınlar. Oğlak dönencesi ise küskün. Yoksa huzurlu mu? Babanın yakıcı bakışları ondan ırak çünkü ne de olsa. Güneş sert bir baba. Gözü hep üzerimizde, onun huzurunda kaçacak bir yer yok. En azından Atina güneşi öyle. Portland güneşi için aynısını söyleyemem. O sık sık iş gezisine çıkar. Biraz absent baba yani. Portland çocukları Güneş babanın yokluğunda sık sık şikayet ederler. Özlerler. Nihayet bulutların, sisin, yağmurun arasından başını çıkarınca derhal bağırlarına basalar.
Bugün Babalar Günü.
Babalarım
Haziran ayının üçüncü pazarı. Vardır bir hikayesi, anneler gününün hikayesi gibi dokunaklı olmasa da. Şimdi hatırlamıyorum. Sabah Mete Babam’ı aradım. Araba kullanıyordum. Görüntülü konuştuk. Kutlaştık. Mete Babam, on yaşımdan beri benim babam. Gözümü kapayıp sırtımı dayadığım biricik desteğim. Sevginin, şefkatin ve nezaketinin insanda vücut bulmuş hali. Babalar günü kutlu olsun. Bir de buradan.
Piraiki’ye indik bu sabah. Deniz havası almaya. Piraiki, küçük Pire ya da Pirecik anlamına geliyor. Sıcağa kalmayalım diye erken çıkmıştık. Yine de tavernalarda, uzerilerde (uzeri -ουζερί: uzohane) hareket başlamıştı. Antik kayalardan denize girenleri seyrettik. Yürüdük. Pire Belediyesi tekerlekli sandalye kullanılarını hiç hesaba katmadan kaldırımlarını döşemiş. Kaldırım yüksekliği neredeyse dizime geliyor. Pirecik’te rampa henüz icat edilmemiş. Elektrik direkleri, ağaç kökleri arasında iki teker asfaltta, iki teker kaldırımda gittik, lokantalarda oturanların lokmasını boğazına dizdik. Az gittik uz gittik, sonra ben bir de baktım ki telefonuma sadece 6bin küsur adım atmışım. Ama tekerlekli sandalye itince iki kişilik yürüyor sayılıyorum.
Döndük. Sıcak. Bey hemen uyudu. Ben arka odaya kedilerle serildim. Nurdan Gürbilek’in Babalar ve Ustalar makalesini bir kez daha okudum.* Kafka’nın babasına mektubuyla Oğuz Atay’ınkini karşılaştırdığı ve araya kendi babasıyla olan ilişkisine dair notlar serpiştirdiği çok tatlı bir makaledir. Biraz kendi babamı düşündüm. Kemal Suman’ı. En son hangi ülkeye gittik beraber? Babam, boşanmadan sonra benimle ilişkisini sürdürmek için çok zekice bir yol keşfetmişti. İkimiz baş başa seyahate çıkıyorduk. Bunu buradan tüm babalara ve özellikle boşanmış babalara ve daha da özellike boşanmış kız çocuğu babalarına önereyim. Kızınızla bağ kurmak istiyorsanız, onunla yılda bir defa seyahate çıkın. Mümkünse yurtdışına gidin. Mümkünse ikinizden başkası gelmesin. Üç gün, dört gün, bir hafta, artık ne kadarı uyarsa. İnsan insanı en iyi seyahatte tanır.
Bunu yazdım da aklıma geldi. Sene 1985. Ben on bir yaşındayım. Babamla Amsterdam ve Londra’yı geziyoruz. On günlük bir seyahat olsa gerek. Ben bu seyahatten önceki üç haftayı Köln’de, annemin Alman Lisesi’nden arkadaşı ve benim çok sevgilli bir teyzem olan İnci ile onun yaşıtı kızı Beryl ile geçirmişim. Sonra beni Bonn havalimanından bir uçağa bindirmişler, babam da Amsterdam havalimanında karşılamış. İlk defa tek başıma bindiğim için çok heyecanlandığım, böbürlendiğim ve hiç bitmesin istediğim uçak yolculuğum sadece 45 dakika sürmüş. Bir de bakmışım uçuş amiri abla beni babama teslim ediyor. Peki.
Bu seyahatimiz neden aklıma geldi şimdi? Şundan. Yola çıkmadan önce, henüz İstanbul’dayken, bu seyahatin planları yapılırken yanımda yakın bir arkadaşım vardı. Bu yakın arkadaşım hayatında hiç yurt dışına çıkmamıştı ve bana çok imreniyordu. Ben imrenmesin istiyordum. Arkadaşlarım benim için çok mühimdi. Nurdan Gürbilek ebevyenlerinden kaçıp kitaplara sığındığından bahsetmiş. Bunu ben de yapardım ama bir o kadar da arkadaşlarıma sığınırdım. Gayrettepe’de bir apartmanda büyüyen, annesi, babası boşanmış ve annesi sabahları üniversiteye giden bir tek çocuk olarak elbette arkadaşlar benim en kıymetlimdi. Babam, dört kardeşin en küçüğü olarak arkadaşlarıma düşkünlüğümü hiç bir zaman anlamadı ve bir parça da kıskandı. Neyse, ben on bir yaşımın en kıymetlisi dostlarımdan birisi, ben Avrupa’ya gidiyorum ve o gidemiyor diye üzülmesin diye, sana paten getiririm, demek gafletinde bulunuyorum. Kızcağızın gözleri parlıyor. Çünkü Avrupa’yı görmek kadar istediği bir şey daha var: O da benimki gibi tekerlekleri lacivert, minik topuklu çizmeleri beyaz, bağcıklı patenlere sahip olmak.
O seyahatimizin fotoğraflarına bakacak olursanız benim yüzümdeki mutsuzluğun resmini hemen görürsünüz. Özellikle Londra günlerinin sonunda çekilmiş resimlerde yüzümden düşen bin parça. Neden? Babama bu paten konusunu açamıyorum. Utanç diz boyu. Nasıl derim baba ben bir arkadaşıma paten götüreceğime söz verdim. Böyle dümdüz söylersin değil mi? Hayır, ben on bir yaşındayım ve beni zor durumda bırakacak durumları aklımda yüzlerce, binlerce defa evirip çevirmekten başka bir şey yapamıyorum. Babam soruyor, kızım neden surat asıyorsun, ne oldu, kafan neye bozuk? Ben omuz silkiyorum ama ağladı ağlayacak durumdayım. Paten gibi ağır bir şeyi babam bavulunda hayatta taşımaz. Üstüne bir de para meselesi var. Arkadaşım bana para vermemiş. Oysa ben sanıyordum ki, sana paten getiririm dediğimde tak çıkartıp 100 pound sayacak elime. Hayır, öyle bir şey yapmamış. Artık gidiyorum, haydi eyvallah demeye gittiğimde de para konusu açılmamış ama paten konusu açılmış. Ben babama nasıl söylerim. Arkadaşıma paten alalım, sonra bavulda taşıyalım. Kızar. Üzülür hatta. Ne diye böyle bir söz veriyorsun diye sorar. Ben de kendimi eksik hissederim. Yenilirim.
Tüm bunlar içi yiye yiye seyahati bitirdik, döndük. Patenler alınamadı. Arkadaşıma bulamadım, dedim. Annesi bana çıkıştı, koskoca Avrupa’da nasıl paten bulamadın? Ben bir şey diyemedim. Sonra pek görüşmedik galiba.
Babamı güçsüzlüğümle, başarızlığımla üzmek… Bundan çok çekinirdim. Yine Nurdan Gürbilek’in yazısından bir parça:
“Babama kızdığım, kendimi karşısında çaresiz hissettiğim zamanlar birden yok oluvermesini istediğimi hatırlıyorum. Bana kötü davrandığı için değil. Tersine onu üzmemek için, onu üzeceğini bildiğim şeyleri rahatça yapabilmek için yolumdan çekilmesini istediğim ne çok an var.”
Benim de. O anların her birinden bir öykü çıkar.
Ama bu yazı benim babam, babalarımla ilgili olsun istemiyorum. Zaten günün anlam ve önemi de bitmedi. Bir sonraki konuya geçmeden edebiyat babalarımı selamlamak isterim. Beni öyküleri, romanları, denemeleriyle besleyen, “içimdeki bazılarına” dönüşen karakterleriyle ruhumu, aklımı, belleğimi inşa eden baba yazarlarım: Tanpınar, Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Tom Robbins, Jeffrey Eugenides, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Gabriel Garcia Marquez, Milan Kundera, Stephen King. Babalar gününüz kutlu olsun edebiyat babalarım.
Bu aralar Storytel’den Tutunamayanlar’ı dinliyorum. Oğuz Atay’in 700 küsur sayfalık destanını Şerif Erol seslendirmiş ve tavsiyesine uyduğum Şebnem İşigüzel dostumun da söylediği gibi okumamış, oynamış. Oynamamış, yaşamış! Tutunamayanları ben iki defa okumuştum. Bir defa yirmili yaşlarımda, atlaya zıplaya, bir defa da Saklambaç’ı yazdığım 30lu yaşlarımda. Şimdi dinlerkenki en tatlısı oldu. Oğuz Atay’ın kalemi benim iç dünyamı gıdıklar, bazı hikayelerini yüksek sesle okumam icap ettiğinde, gözlerimden yaşlar boşanır, karnıma kıramplar girer, o kadar gülerim. (Ne evet, ne hayır mesela) Tutunamayanlar’ı dinleyerek sokakta yürürken, parkta bisiklete binerken de kıkır kıkır gülüyorum. Nasıl bir deha! Bu kadar erken kaybetmemiz ne yazık… Büyük beyinler bazen çabuk gidiyor. Dr. Robert Svoboda Agora adlı kitabında, kimi parlak ruhların bu hayattaki dharmalarını (dharma: bu hayattaki manevi görevimiz) tamamladıktan sonra hemen göçtüklerinden, başka formlar halinde dünyaya döndüklerinden söz eder. Mozart, Van Gogh, Freddy Mercury ailesine bence Oğuz Atay da dahil edilmelidir.
Bugünün anlam ve önemi yaz yaz bitmedi… Ayrıntısına girmeden hızlıca 21 Haziran 2020’ye sığmış ve sıkışmış diğer önemli olayları not düşelim. Onlar hakkında da önümüzdeki günlerde yazarız.
Güneş tutulması. Güneş kararırken içe dönmek iyidir. Bu konuya da değiniriz.
Yeni ay, Yoga takvimlerinde Aşadha Ayı. Yeni bir 28 günlük döngü bizi bekler. Silkinip değişmek, erken kalkıp, erken yatma, daha çok yazma ve korona, karantina, korku derken boşalan içimizi doldurma vakti. İçimizi doldurmaktan bahis açılmışken, bu aralar ruhumu ennn çok doyuran etkinlik: Beliz Güçbilmez’in Tersine Mühendislik Atölyesi ve Devam Kursu. Bundan da sonraki yazılarda bahsedeyim. Herkese şiddetle tavsiye ederim. Okumayı seviyorsanız, yüzeyin altındaki anlamı keşfetmek size de derin bir zihinsel haz veriyorsa hiç durmayın hazır eğitimler hâlâ online iken yazılın.
Ve son olarak Dünya Yoga Günü.
Pardon buna güleceğim.
Yok, bir şey olduğundan değil. Yeni aya ve güneş tutulmasına denk geldiği için. En yoga yapılmayacak gün yani. Tanrıların işine bakınız!
Kuzey yarımküre: Sağlıklı bir yaz diliyorum. Siz siz olun ortalıklarda fazla dolanmayın yine de.
Güney yarımküre: Çaylarınızı koyun ve sıcak şarapları… Çünkü bir yazar için kış gibisi yoktur. Güneş babanın gözlerinden uzakta, uzun geceler sizin olsun.
İyi haftalar herkese,
Defne.
*Nurdan Gürbilek, Benden Önce Bir Başkası adlı kitabındaki “Babalar ve Ustalar” yazısı. Metis Yayınları.
Ayfer Tunç’un kitabıdır Dünya Ağrısı. Beni etkileyen tüm kitaplar gibi onu da en az üç defa okudum. Yazar, biçimi ve içeriğiyle madem beni etkilemiştir, bunu nasıl yaptığını anlamak için sevdiğim kitapları sar baştan okurum. O dünyayı nasıl kurmuştur, kurgunun yapısı, diyaloglar nasıl ilerler? O atmosfere benim de girmem için hangi yollara başvurmuştur? İkinci ve hatta üçüncü okumalarda bunları keşfederim. İlk okuma kaba temizlik gibi bir şeydir. Esas lezzet, şimdi ne olacak merakı dindikten sonra damağa yayılır. Metaforlar ve yazarın hüneri, incelikleri ve zekâsı, diğer edebi yapıtlara göndermeler, kısacası romanın, öykünün ruhu ancak tekrar okumalarda ortaya çıkar.
Ayfer Tunç’un bir atmosferden yola çıkarak yazmaya başladığını biliyorum. Belki bu yüzden, belki de tanrı vergisi bir iç/dış gözlem kabiliyeti sayesinde bu konuda çok başarılı. Atmosferi ben de önemserim. Bir romana, bir öyküye başlamadan önce benim de hayalimde ilk beliren şey tüm hisleriyle bir sahnedir. O sahnede kimlerin yer aldığını bilmesem bile, başladığım hikâyenin neyi anlatacağını hayal meyal o atmosferin verdiği ipuçlarıyla sezerim. Doğum sahnesiyle başlayan ve bebeğin yitirişiyle açılan Emanet Zaman’ın bir kaybın içinden sancıyla doğan bir kentin (kozmopolit Smyrna’dan ulusal İzmir’e) hikayesi olacağını hissediyordum. Şimdilerde de muhayyelimi ufak ufak dürten bir imge var: Tarlabaşı’nda bir bina. Terk edilmiş. Yıkılmak üzere. O boş binadan içime dolan hislerden başka bir ipucum yok. Hayır, bu doğru değil. Elimde bir şey daha var. İki yıl: 1986 ve 1964. Bu kadar. Bir romana başlamak için yeter de artar bile.
Ama şimdilik o roman dursun. Durduğu yerde pişsin. Dinlensin. Demlensin. Bu imgeler bir defa düştü mü insanın aklına, hayat ona durmadan malzeme yollar. İşaretler. O döneme, o konuya ait sorular, fotoğraflar, yazılar, kitaplar, anılar başlar yağmaya. O kadar ki, bu hikâyeyi benim dile getirmem tanrıların arzusu (veya lütfu) demeye gelirsiniz. Ben şimdi oralarda bir yerdeyim. Başka bir kitap yazıyorum aslında. Şimdi size ipucu vermeyeyim. Tohumu muhayyileme geçen yaz düşen bir hikâye. Korona pandemisi de, işaret mi istemiştin, al sana işaret, dercesine geldi, bu hikayenin yazılış döneminin ortasına bomba gibi düştü. Kitap çıkınca siz de ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ben sadece Margaret Atwood’un Antilop ve Flurya (Oryx and Crake) adlı romanıyla konuşan bir öykü yazmak istemiştim. Tanrıların planı başkaymış. Nihayetinde ortaya çıkan eseri bu sene bitmeden siz de okuyacaksınız diye umuyorum.
Ayfer Tunç’un Dünya Ağrısı‘nda okuru çarpan ve hikâyenin çekirdeği diyebileceğim bir sahne vardır. Kitap elimin altında değil, içimde kaldığı haliyle size aktaracağım. Romanın ana karakteri Mürşit ki tüm hayatı boyunca dünya ağrısı dediği şeyi çekmiş bir adam. Bir taşra kentinde, bize Anayurt Oteli‘ni hatırlatan ve (o da) babadan kalma oteli işletiyor. İçi sıkılıyor. İçi hep sıkılıyor. Tunç bu sıkılmayı öyle güzel aktarıyor ki, hepimizin içi Mürşit ile beraber sıkılıyor. O otelin atmosferi ve taşra sıkıntısı atmosferden ruhumuza sızıyor. Bir tarafımız Mürşit’e haydi be adam çık bu bunalımdan, oğluna devret oteli, git hayalindeki hayatı yaşa diye isyan ediyor. Diğer tarafımız ise biliyor. Öyle bir hayat ve öyle bir ihtimal aslında yok. Mürşit, hikâyenin sonunda oteli sahiden de Özgür’e teslim ederken dünya ağrısından kurtulacak değil. Bunu da tam içimizde biliyoruz. Biliyoruz, çünkü yazar bizim içimizdeki dünya ağrısını, tıkıştırıp ağzını kapattığımız kutusundan, kuytusundan, köşesinden çeke çeke çıkartıyor. (Şimdi hatırlıyorum, Dünya Ağrısı‘nı ilk okuyuşumda defalarca elimden bırakıp, sonra yeniden başladığımı.)
Çarpıcı sahne şu: Mürşit ile kızı, bir akşam balkonda oturuyorlar. İçeride klasik aile yemeği yenmiş, tabaklar masada, baba kız balkondalar. Mürşit sigara içiyor, kızını hatırlamıyorum, o sigara içmiyor galiba. Mürşit diyor ki, içim ağrıyor. Sonra telaşlanıyor, kızı yanlış anlayacak, babasını hasta sanacak diye. Kızı doğru anlıyor. Benim de ağrıyor baba, diyor. Herkesin içi ağrıyor. Sakince, dünya ağrısının bir tek Mürşit’e has olmadığını ona hatırlatıyor. Hikâye tam burada kırılıyor. Mürşit eğer bir nebze dünya ağrısından özgürleşiyorsa o da bu anda oluyor. Bu ağrıyı insanlığın tamamı ile çektiğini kavradığında.
Dün annemden bir mesaj geldi. Ben buradan çok sıkıldım. İstanbul’da evine tıkılmış tüm akranları gibi annem de sabah kalkıp bir amaçla giyinip sokağa çıktığı günlerin ritmini, rutinini özlüyor. Bu rutinden mahrum kaldığı günlerinde hayat anlamını yitiriyor. Neden yaşadığını bile soruyor. Elimde kalan hayat bu mudur yani artık, diyor. Annemin içi ağrıyor. Ben de Mürşit’in kızı gibi konuşayım: Benim de ağrıyor anne. Hepimizin içi ağrıyor. Aklımızı dağıtan, ağrımızı uyuşturan hayaller bir süreliğine rafa kalktı. Onların rafa kalktığı anlarda gerçek tüm çıplaklığıyla arzı endam etti. Çünkü elimizde bu hayattan başka bir şey yok. Bu gerçekten gözümüzü kaçıramıyoruz. Bu hayat tüm angaryalarıyla yavan bir şey. Beklediğimiz o diğer hayat yoksa, bu şimdiki dayanılır şey değil.
Beklediğimiz o diğer hayat aslında yok. Dünya ağrısı da tam bu, kanımca. Sabahları kahvemi hazırlayıp, balkon kapısının önündeki koltuğa oturuyorum. Bu hafta Tom Robbins’in Parfümün Dansı‘nı okuyorum. (3. defa). Okurken Himalayar’ı hayal ediyorum. Bir gün Himalayalar’a tırmanacağımı. Alobar ile Kudra’nın karşılaştıkları tepelerden dünyaya bakacağımı… Sonra biliyorum. Böyle bir hayal hiç yaşanmayacak. Bakmakla yükümlü olduğum MS hastası bir eşim var. Onu bırakamam. Ama o olmasaydı, başka bir şeyim olacaktı. Bir çocuğum olacaktı belki. Ya da her gün gitmem gereken bir işim. Belki param olmayacaktı. Veya vaktim. Veya gücüm.
Veya gittim diyelim, çünkü Himalayar’ın çok yakınına, Rişikeş’e, Haridwar’a gittim yıllar önce. O hayatın balkon önünde hayal edildiği gibi olmadığını da biliyorum. Araba teyplerinde bağırta bağırta Bollywood soundtrackleri dinleyen şoförlerin çılgınca sürdükleri minibüslerde, arkası açık kamyonetlerde, uçuruma kırk beş derecelik açıyla eğilerek yol almak, kimsenin kapatmayı akıl etmediği pencerelerden öndeki otobüsün egzoz dumanını, bitmeyen motosikletin vızıltısını ve minibüsü sağlayan arabaların korna gürültüsünü (çünkü please honk!) çekmek demek Himalayalar biraz da!
İster istemez elimdeki hayata dönüyorum. Bildiğim tüm kadınlar gibi ben de ev işlerinden bunaldım. Yatak toplamak, bulaşık makinesi boşaltıp doldurmak, çamaşır yıkayıp asmak, bir gün ütülenir diye bir köşeye bir ütülenecekler dağı dikmek, sonra Bey’in filanca tişörtünü veya mutfak çekmecesinde artık bulamadığımız temiz mutfak havlusunu bulmak için o dağı deşmek ve dağıtmak, yerleri süpürmek, her gün hiç yılmadan biriken tozu almak, kahvaltı sofrası kurmak, kaldırmak, sonraki yemeği düşünmek, eksikleri tespit edip alışverişe çıkmak, eve dönüp yemeği pişirmek, kurmak, kaldırmak ve tüm bunların arasında biraz yürümek ve azıcık da olsa yazmak, üretmek için zaman açmaya uğraşmaktan bitkin düşmüş durumdayım. Elimdeki hayat bu. Bunu anlayınca dehşete kapılıyorum bazen. Benim burada çok içim sıkılıyor. Hepimizin sıkılıyor anneciğim. Hepimizin. Dünya ağrısı bu. Almancası da varmış, sen daha iyi bilirsin aslında. Ama işte hepimizin bu ağrıyı çektiğini bilince, bir şey oluyor, ağrı kırılıyor sanki. Evlerdeki yalnızlığın tüm insanlık tarafından paylaşıldığını hatırlayınca insan bir hafifliyor sanki.
Ben de işte bu yüzden yazıyorum. Dünya ağrısının yatışmasına belki benim satırlarım da katkıda bulunur. Ne de olsa, bu haftanın kitabı olan Parfümün Dansı’nın ana fikridir Erleichda. Hafifleyin anlamına gelir. Zamanın ötesinde yaşayan varlıkların insanlığa bir mesajdır Erleichda. Hafifleyin. Kitap da böyle biter.
Bu yazının orjinali Doğan Kitap’ın Okumak İyi gelir adlı bloğunda yayımlandı.
25 Mayıs 2020 Pazartesi itibarı ile Atina’da kahvelerin açılmasıyla benim için karantina bitti. Çünkü neydi? Zaten büyük bir kısmını evde geçirdiğim hayatımdaki tek fark sabahki yoga ve ev işlerini bitirdikten sonra çıktığım kahve gezmelerimin kesilmesiydi. Kahve gezmesinden döndükten sonrası zaten son üç ayda yaşadığım hayatla birdi. Öğle yemeği pişir, yazmaya otur, sonra akşam olur.
Kahvelerin açılmasını dört gözle bekliyordum. Sabahları uyanmam için bir sebebim olacak diye düşünüyordum. Normalde 6:30’da ayağa dikilen ben bu karantina aylarında her gün 8:20’de gözlerimi güne açabildim. Kahve gezisi günümden çıktığı için.
Dün koşa koşa evden çıktım. Gerçekten de açılmışlardı! Eve yakın Kaldi kahvesinde oturdum. Az şekerli, badem sütlü bir kakao içtim. Bloğumu biraz düzenledim. Sanki aradan hiç zaman geçmemiş gibiydi. Oh be, demedim yani. Sanki daha dün gelmişim Kaldi’ye. Öyle bir cool his içimde. Peki. Eve döndüm. Yemek yaptık. Akşam oldu.
Bu sabah yüreğime bir öküz çöreklenmişti, öyle uyandım. Kalktım. Kahvemi yaptım. Romanımı alıp parka bakan balkon kapısının önüne yerleştim. Öküz yüreğimden kalkmadı. Oysa günün ev sevdiğim saatleri. Bey’i kaldırdım. Yogamı yaptım. Kahvaltı ettim. Ben biraz çıkayım dedim. Little Tree and Books, biliyorsunuz Atina’daki en sevdiğim kahvem. Oraya giderim, dedim. Orada yazarım. Sonra bir tutukluk geldi üzerime. Yorgunluk. Little Tree bizim evden 5 km uzakta. Eskiden, bisikleti metroya atar, trafikli ana caddeleri metroyla geçer, Akropolis’in yeşil, şirin sokalarını bisikletle aşardım. Henüz metrolara binmiyoruz. 5 km yol gidecek güç var mı bacaklarda? Yok. Pazar günü bisikletle Filopapou tepesine çıktım. (Fotoğraf oradan) Büyükada’daki çamlar gibi yüksek bir tepeye kurulmuş, harika bir park. Öye bir hamlamışım ki, bugün (salı) hala bacaklar, omuzlar ağrıyor. Hayır, Little Tree’ye pedal çevirecek derman yoktu bacaklarımda ama başka bir derdim daha vardı.
O da şu: Karantina günlerini ben sakin geçirdim. Yardımcımız yoktu. MS hastası eşime tek başıma baktım. Sabahları yataktaki yatay pozisyonundan bağdaş kurarak oturtmayla başlayıp, gece yine bağdaştan yataya geçirmeye kadar giden ayrıntılı ve zorlu bir bakım bu. Dışarıdan yemek sipariş etmediğimiz için her gün yemek pişirdim. Mutfağı topladım. Çamaşırları yıkadım. Astım. Askıdan aldım. Eşimi yıkadım. Kendimi yıkadım. Kedi tuvaletini temizledim. Biliyorsunuz işte. Domestik haller. Tüm bu ev işinin beni yıpratacağını düşünürdüm, haftada bir kaç gün bugünkü gibi yüreğime öküz oturmuş gibi bir ağırlıkla uyanacağımı tahmin ederdim. Hiç biri olmadı. Evet, herkes kadar benim de dikkatim dağınıktı. Bir işe odaklanmak zordu ama 24 dakikalık gati yöntemini kullanarak okudum da, yazdım da, derslerimi de verdim. Hatta okurlarımla Zoom üzerinden buluşup onlara kitaplarımdan parçaları yüksek sesle bile okudum, hâlâ da okuyorum.
Genel olarak huzurum yerindeydi. Bir defa bile Yaz Sıcağı kitabımın okurlar tarafından en çok paylaşılan cümlesi olan “evlilik insanı daracık bir nüshasına hapsediyor,” cümlesini aklıma getirdim. Daracık nüshamda değildim çünkü. Tam kapasite olmasa bile tama yakın kapasitede hayata sarılıyordum.
Bu sabah bu cümle ilk defa aklıma geldi. Yaz Sıcağı’nın anlatıcısı Melike’nin annesinin Melike’ye söylediği: Evlilik, insanı daracık bir nüshasına hapsediyor.
İlk defa bugün, dışarısı ihtimali belirdiği için içerisi beni darladı! Bugüne kadar bir Zen rahibesi anlayışı içinde gördüğüm ev işleri, dışarı çıkmamı geciktiren iğrenç uğraşlara dönüştü. Bey, ofisimin kapılarını açtığımda beni bekleyen, son yazdığım bölümü anlattığım, yüksek sesle Raymond Carver öyküleri okuduğum dosttan, benden devamlı hizmet bekleyen kocaya dönüştü. Kediler bile her zamankinden çok mızmızlandılar kapalı balkon kapıları yüzünden.
Neden oldu? Çünkü anında ben, orada, dışarıda, o kahvede, o diğer varoluş alanında başka bir olacağıma inandım. Daha tam. Daha mutlu. Daha üretken. Daha özgür. Daha kendi gibi!
Oysa daha iki gün önce, evdeki yazıhanemin kapalı kapıları ardında, tam da o kişiydim.
Orada bir başka ben yok dışarıda. Tüm ev işlerinin ortasında dahi bulabildiğim merkez, hâlâ içimde, hâlâ içeride. Bunu hatırlamalıyım. Tamlığı bir başka yerde aramaya meyilli zihnimi dizginlemeli, merkeze doğru gemlemeliyim. Yoksa hep bir başka hayatı hayal edecek o, tamama ermek için.
Parka gittim. Bir banka oturdum. Karşıma Rus bir anne ile iki çocuğu oturdular. Kız 9-10 yaşlarında, oğlan 12-13. Anne telefondna müzik açtı. Avaz avaz, Yunan rap. Ben pis pis baktım. Kitap okuyordum. Çocuklar annenin karşına geçip dans ettikler. Birbirlerini kovalayıp bağrıştılar. Yüksek sesle konuştular. Güldüler. Bir daha dans ettiler. Müziğin sesini açtılar. ANne çocukları videoya çekti.
Yağmur başladı. Hep beraber kalktık. Zakkumlar açmış. Sunağıma koyarım diye bir tane kopardım. Rus aile yanımda bitiverdi. Oğlan bana koca bir buket pembe zakkum uzattı. Anne elindeki torbadan bir demet beyaz zakkum çıkardı. Küçük kız onu da elime tutuşturdu. Önümde eğildiler. Oğlanın başında şık bir şapka vardı. Onu çıkartarak beni selamladı. Hepsi birden gülümsüyordu. Küçük kızın omzuna dokundum. Teşekkür ettim.