
Bunca zaman niye yazmadığımı anlatmaya uzak bir yerden mi başladım?
Belki teyzem gibi ben de bir türlü konuya giremeyenlerdenimdir.
Yorumlarınıza baktım. En sevdiğim on (ingilizce) kitap listemdeki isimleri tahmin etmeyi başarmışsınız. Life of Pi elbette, Catcher in the Rye tabi ki…Kimse otuzlu yaşlarımın favori erkeği Tom Robbins’den sözetmemiş ama ilk onda tabii ki o da var. Even Cowgirls get the Blues, Jitterbug Perfume, Skinny Legs and All. Kindle gelir gelmez numune sayfalarını indirdiğim eserler bunlar. Yine de O değil. (ama o kitap O da değil, ama O -Stephen King’in olan- ilk onda mevcut)
Peki nedir O kitap? Ve benim bunca zamandır yazmamam ile ne alakası var?
***
Bağımdaşlık serisini bitirip de arkama yaslandığımda beni bir düşünce aldı.
Bu yazı dizisi benim mütevazi blog standartlarımda okunma rekorları kırdı ve dünyanın değişik noktalarından yorumlara kucak açtı. Yorumları tek tek bir kez daha okudum. Hepsine cevap yazdım. (kafamda) Sonraki yazılar için aklıma gelen konu başlıklarını not ettim. (havadan hafif bilgisayarıma).
Yine de aklıma takılan kılçıktan kurtulamadım.
Kılçık spiraller halinde bilincimin derinliklerinden yüzeye çıkmaya çabalıyor. Takılıyor, tökezliyor ama geliyor. Kimbilir ne zamandır yolda? Kimbilir daha kaçınızın içinde bir vızıltı. Bu kılçığı söze dökmeye kalkışınca ilk evvela ingilizce olarak dilimi yuvarlıyor ve şöyle bir şey çıkıyor ortaya:
SO WHAT?
Türkçe meali (ama tam karşılığı değil):
NE OLMUŞ YANİ?
Ne olmuş yani bağımdaşlıktan özgürleştirirsek kendimizi?
Ne olmuş yani hayır diyemediğimiz şeylere hayır demeyi öğrenirsek?
Ne olmuş yani ihtiyaçlarımızı fark edip dile getirmeye başladıysak?
Ne olmuş yani daha kaliteli ilişkilerimiz, daha mutlu hayatlarımız, daha özgür ruhlarımız var ise…
Ne olmuş yani?
Dünya hala berbat bir yer. Hala bir mahalle dolusu adam kız çocuklarını birbirlerine pazarlıyorlar, hala karakollardan işkence görüyor insanlar, hala babalar kızlarını elleri ile öldürüyor, hala çöp tenekelerinden lise öğrencisi parçaları toplanıyor, hala koca bir köy olduğu gibi yakılıyor, çifçiler çıkar yol bulamayıp intihar ediyor, hala hergün denizlerdeki balık türleri sonsuza dek yok oluyor ve hala birileri Amazonları kesmeye devam ediyor ve hala bir ülke ötekini uyduruktan bir sebeple işgal edip hammaddelerine el koyuyor, hala bir meydan dolusu insanın üzerine tepeden ateş açılıyor, kız çocukları hala diri diri toprağa gömülüyor, sokak köpekleri zehirleniyor, erkek çocuklar ellerine tüfek verilip dağlara sürülüyor.
Hal bu iken ne olmuş yani biz kendimizi bağımdaşlıktan bağımsızlaştırabildiysek?
Hal bu iken kişisel özgürlüklerimiz için yazmak, ders vermek, yaşamak niye?
Sardı mı bir kara bulut beni…
Dünyanın hali bu iken, (dünya geneline kıyasla) ayrıcalıklı ve beyaz ve zengin ve şanslı miniminnacık bir insan grubuna bir gıdım özgürlük götürmek de bir şey mi?
Böyle düşünüce bloğumun okunma istatistiklere bakıp bakıp sevinçle çarpan kalbim birden durdu sanki. Karnımdaki kelebek kanatlarından birini indirdi.
Dünyada bağımdaşlıktan beter çok daha beter şeyler vardı. Tanrı bizim kişisel ızdırabımızı dikkate alamayacak kadar meşgul olmalıydı. Çünkü insanlığın çektiği ızdıraplar sırasında kişisel olan hep en sonda bekliyordu. Tanrı’nın ilgileneceği büyük şeyler vardı. Tanrı felaketler ile, açlık ile, zülum ve hapishanelerde işkence gören insanlarla ilgilenmeliydi. Ondan bana ve yaşamını kısıtlayan bağımdaşlık meselesine bakmasını istemenin sırası değil.
Tanrı büyük ızdırapların tanrısı idi. Büyük şeylerin.
Peki bize kim bakacaktı?
Onca büyük ızdırabın arasında bizimkine gülüp geçecek, ıslık çalıp önündeki taşa bir tekme savuracak, ve bize hiç bir şeyi çok da ciddiye almamalı diyecek tanrı kimdi?
Kimdi bize dünyadaki ızdıraplar skalasında bizimkinin asla çok önemli olamayacağını hatırlatacak ve böylece günlük sıkıntılarımızı bir el hareketi ile silip götürerecek olan tanrı?
Karnımdaki kelebek kanadını kaldırdı. Hala yazılacak şeyler vardı. Ve kindle’a indirilip hemen tekrar ve yeniden okunması gereken bir kitap.
Kimdi o tanrı?
Buldunuz mu?

“The God of Small Things” Arundhati Roy. Bildim mi?
küçük şeylerin tanrısı diyorum ben de 🙂
melda
haha, sekercim, robbins’ten bahsetmedim, tek bir roman yazdi ipucusunu verdin diye herhalde :)) (benim de cok takildigim bir konu bu bu arada, dusunup sonra yazacagim) optum. Doni…
kitap hakkında hiç bir fikrim ve tahminim yok ama şu so what? evet zaman zaman bu kadar evrensel olmasa da kendimle, yaşadıklarımla ilgili bu tür sorgulamalar yaşadığım olmuştur. biliyorum ki yine olacak. tüm bu koşturmacanın amacı ne her gün, her saat , her an değişen ruh hallerinin gayesi ne? sonuçta ölüp gitmeyecek miyiz?(kara bulut mu demiştin) nedir bunca çırpınış? ya da salt senin iyi olmanla her şey iyi olmuyor…
olayların içinde değil de kendiyle kaldığında daha çok düşünüyor bunları insan. ama işte olayların,toplumun içine karışınca nasıl oluyorsa oluyor o “canavarlardan” biri olarak çıkıyoruz bir şekilde. burada sakin sakin düşünüp yazdıklarımızın hepsi uçup gidiyor. trafikte ayrı canavar, market alışverişinde başka bir canavar ne bileyim okulda, işyerlerimizde farklı “yaratıklar” oluyoruz. bahanelerimiz hep hazır. ama onlar,şunlar bunlar. büyük resmi hep unutuyoruz. ya da unutturuluyoruz. dizginleyemediğimiz bencilliğimiz, bireyselliğimiz, kötüyü referans alma alışkanlıklarımız vs. bir çok şey nedeniyle. tabi ki somalideki açları ya da ne bileyim şu soğuk kış günlerindeki evsizleri yahut onlarca sosyal vakıayı düşününce benim de içim sızlıyor. ve bu yüzden zaman zaman hayata dair “ağlanıp sızlanmalarım” için kendime kızıyorum. ama ne kadar süreyle ya da yoğunlukta? kaç kişi kaç milyon milyar insan böyle hissediyor? ya da ne yoğunlukta. bence tahmin ettiğimizden çok insan. ha peki madem öyle insanlar arasındaki bunca kötülük, saygısızlık tahammülsüzlük niye o zaman? sorular, sorunlar. ya bu çelişkiler? olay elbette “deniz yıldızı” boyutunu aştı çoktan. belki de insan olmak böyle bir şeydir. bu çelişkileri yahut çelişki saydığı anları yaşamaktır insan olmak. vicdan sahibi olmanın bazı güçlere yet-e-meyeceğini bilmek, kabullenmektir belki de. iletişimdir. anlamaktır. anlamaya çalışmaktır. sanırım kendimizi çok fazla ciddiye alıyoruz dolayısı ile de hayatı! belki buradan başlamalıyız. kim bilir?
hakikaten so what???!?!?! bazen! 😉 aslında biraz es vermek gibi galiba… böyle tüm motorlar stoppp, o anı yakalamak ender lezzet!
aslen bu dünyada bizim için en önemli en değerli hikaye kendi hikayemiz…olup bitene üzlüyorum lafları yalan.. adını hatırlayamıyorum ama bir psikoloğa göre eğer üzüldüğümüzü söylediğimiz şeyler için bir şey yapmıyorsak gerçekten üzülmüyoruz demektir.SO WHAT? dediğim nokta intiharın eşiğiyle aynı nokta benim için.
sevgiler
bence bağımdaşlık ve sosyal adaletsizlik arasında çok yakın bir bağ var, çarpıcı bir denklem var:
bağımdaş birey=bağımdaş vatandaş.
hocamızın defalarca örneklendirdiği gibi, en kolay manipule edilen, sürü gibi güdülen, televizyonun önünde kolayca beyni yıkanan birey işte bağımdaş birey. yani biz o bahsettiğimiz çoğunluktan bağımsız değiliz ki. en azından bir ayağımızın orada olduğunu, bu ayrımın hiç bir zaman çok net olmadığını, her an sokakta dilenen bir acuzeye dönüşebileceğimizi
hatırlamak, bağımdaşlıktan bağımsızlığa atılan bir adım olabilir.
ve j. krishnamurti’den küçük bir alıntı:
when man himself has no inward vision, outward power and position assume vast importance, and then the individual is more and more subject to authority and compulsion, he becomes the instrument of others.
Unfortunately their internet site is not as easy-to navigate since the others.
Movies games generally are not terrible. It’s become somewhat of a running joke
but it’s no laughing matter.