Kuraldışı Dergi’nin Nisan 2012 sayısında çıkan yazım: (www.kuraldisidergi.com)
Çocukken annem odamın duvarına Ataol Behramoğlu’nun Kızıma adlı şiirini yapıştırmıştı. Okumayı daha yeni yeni söküyordum. Annemin gazeteden kestiği minicik yazıları günlerce heceleyerek nihayet okuduğumda karşıma şu çıktı:
bütün insanları dostun bil, kardeşin bil kızım,
sevginin ürünüdür insan nefretin değil kızım,
zulmün önünde dimdik tut onurunu,
sevginin önünde eğil kızım.
Ben öyle fazla sevgi dolu bir çocuk değildim. Mesela annemin arkadaşının kızı Ayşe hep güler yüzlü ve sokulgandı. Benim için kimse “Ay ne sevimli çocuk” demezdi. Çok ağlardım. Çok tepinirdim. Edepsiz derlerdi bana. Şımarık. Acayip. Sevimli, sevecen, sevgi dolu hiç değil.
O yüzden heceleye heceleye duvarımdaki şiiri söktüğümde, müthiş bir hayal kırıklığına uğradım. Annem yine bendeki bir eksikliği gözüme sokmaya çalışıyor olmalıydı. Bütün insanları sevmiyordum çünkü. Sınıfımın yarısını, köylü diye, pis diye, aptal diye sevilmez ilan etmiştim. Erkekleri zaten sevmiyordum. Erkekler diye. Böylece sevebileceğim -sevmeyi seçtiğim- ufacık bir grup kalıyordu geriye. Onlara da zaten aşırı bir tutkuyla bağlanıyordum. Annem herhalde fark etmişti bu seçerek sevme halimi, o yüzden bu şiiri gelip duvarıma uhulamıştı.
Bir iki ay sonra kâğıt parçasını duvardan söktüm çıkardım. Uykudan önce beni öpmeye geldiğinde, duvardaki yırtık kâğıdı gören annemin “Neden böyle bir şey yaptın Defne?” diye soran sesi titriyordu, hatırlıyorum. Omuz silkip duvara döndüm. Kendimi yenilmiş hissediyordum. Bütün insanları dostum, kardeşim bilmeme imkân yoktu. Gerçekten kötü kalpliydim ben. Çocuk Kalbi kitabından da nefret ediyordum zaten.
Otuz yıl sonra bugün, “Ben seçerek severim” diyen bir öğrencimin sözlerini okuyunca irkildim. Birkaç arkadaşıma sordum. Onlar da seçerek sevdiklerini söylediler. “Öyle herkes sevilmeye değmez” dediler. “Ne belirliyor peki bu değeri?” diye sordum. Bir kısmı kendilerine haksızlık edenleri sevilmeye değer bulmadıklarını söylediler. Bazıları düşünceleri, bazıları da davranışları yüzünden kimi insanları sevmeme kararı almışlar. “Sen de herkesi seviyor değilsin herhalde, muhakkak sevmediğin birileri vardır dünyada” dediler.
Durdum, kimleri sevmediğimi düşündüm. Tanıdıklarımın arasında kimseyi bulamadım. Davranışlarını eleştirdiğim arkadaşlarım var tabii. Hatta bazılarının yanında kendimi rahat hissetmediğim için onlarla görüşmekten kaçınıyorum. Ama bu onların sevmeye değmez kimseler olduğu anlamına gelmiyor. Bu benim kendi içimde aşmam gereken bir meselem. Zaten son tahlilde onları da seviyorum.
Peki, o zaman en adi suçluları düşüneyim: Hani o gencecik kız ile annesini Ümraniye ormanlarına götürüp tecavüz ede ede öldüren tinerci çocukları; Madımak otelini yakan yobaz canileri; arkadaşıma tecavüz edip sonra boğmaya çalışan taksi şoförünü; hapishanelerde işkence yapanları… Onlar karşısında oluşan hissimin nefretten ziyade, korku olduğunu keşfettim. Tek tek her birinin hikâyesini dinlesem, gözlerinin içine bakarak onları konuştursam, karşılıklı korkularımızı itiraf etsek, aramızda bir bağ kurulsa onlardan hoşlanabilir miyim?
Bilmiyorum. Zaten böyle uç örnekler üzerinden bir yazı yazmaya niyetim yok. Benim bu aralar aklıma takılan konu günlük hayatta karşımıza çıkan insanlardahoşlanmamayı seçtiğimiz durumlar. Seçerek seven öğrencim ve ona hak veren arkadaşlarımla konuştuktan sonra, günlük hayattaki sevgisizlik örneklerini toplamaya başladım. Tahmin edersiniz ki sepetim kısa sürede doldu.
Bir arkadaşım kalabalık bir çay bahçesinde ayağını uzattığı sandalyesini hışımla altından çekip alan adamdan hoşlanmamıştı. Başka biri türbanlı kadınları sevmiyordu. Yeşil yandığı halde ilerlemeyen taksinin arkasındaki taksi şoförü, kıpkırmızı bir yüzle avaz avaz kornaya basarken öndeki meslektaştan kısa bir anlığına nefret ediyordu. Ve gürültüden rahatsız olduğu için, kornaya basan taksiciye tiksinerek bakan yaşlı kadın da taksiciden hoşlanmıyordu. Çayımı acıbadem kurabiyemle aynı anda getirmedi diye söylendiğim şaşkın çaycının da hiç sevilecek bir tarafı yoktu.
Günlük hayattan hoşnutsuzluk/sevgisizlik örnekleri ile doldurduğum sepetimi bir kenara koyduktan sonra basit bir deneye başladım. Tanımadığım insanlarla konuşurken, bir sefer gözlerinin içine bakıp gülümsedim, sonraki sefer somurtarak göz temasından kaçtım. Otobüs şoförü, yol sorduğum portakalcı, metroda yanına oturduğum adam, camiden çıkan kadın, Nişantaşı’nda bir butikte çalışan başka bir kadın, Kasımpaşa’daki çaycı, Kanyon’un en üst katında puro içen adam, trafikte beni sıkıştıran Mercedes’in delikanlı şoförü, pazar sabahları Yunanca dersine giderken arabamı park ettiğim sokakta pencerelerinden müşteri ayarlayan travesti seks işçileri ve paralarını denkleştiremedikleri için onlara otoparkın köşesinden bakan genç çocuklar… Hepsini denedim.
Göz teması ve tebessüm büyü gibi bir etki yaptı her birinin üzerinde. Somurtan ve bana şüpheyle bakan bütün insanlar, gözlerine bakıp tebessüm edince, evet belki gülerek karşılık vermediler ama yüzlerindeki ifade yumuşayıverdi. Bir an, kısacık bir an, aramızda bir bağ kuruldu. O kısacık anda ben onlara dedim ki “Seni bir (dinci, laik, Türk, yabancı, köylü, kentli, kadın, erkek, travesti, fahişe, genç, yaşlı, fakir, zengin, züppe olarak değil) aynı kendim gibi bir insan olarak görüyorum ve senden hoşlanmayı seçiyorum.”
Malum, tebessüm sevginin elçisidir.
Bütün bu gülümsediğim insanları sevdiğimi söylemiyorum tabii. Ama onlara nefretle yaklaşmadığımı biliyorum. Hatta onları, bana ruhlarının derinliğini açmaya karar verirlerse sevebileceğimi fark ettim. Kim olurlarsa olsunlar. Bu fark ediş sadece başımı değil, birden bütün ilişkilerimi dönüştürdü. Kızmaz oldum. Korkmaya devam ettim ama nefret etmez oldum. Biraz da sanki bütün dünya beni korurmuş gibi geldi. Tabii bütün bunlar benim kişisel yanılgılarım olabilir. O yüzden siz kendiniz bu deneyi bir yapın, sonra bana yazın.
Çocukken şüphelerim vardı. Şimdi şaire katılıyorum. İnsan sahiden de sevginin ürünü, nefretin değil. Yalnız insanın, sevginin ürünü olduğunu algılaması ve deneyimlemesi için onu katman katman sarmalayan korkularından ve girift inanç sisteminden bir bir soyunması lazım. Pek azımız bu sevecen yapımızın farkında olarak doğup büyüyoruz. Sevmeye değil nefrete cesaretlendirilen bir dünyada büyüyen çocukların sevginin ürünü olduklarını anlamaları çok zor. Öğrenilerek varılan bir bilgi bu. İnsanın sevecen yapısı yıllarca süren dikkatli bir çaba, çalışma ve dünyada kötü insan olmadığına dair duyulan sarsılmaz bir güvenle fark edilecek bir yapı. Annem bu şiiri benim duvarıma yapıştırdığında benim şimdiki yaşımdaydı. Benim de şaire hak vermek için bir o kadar yaşamam gerekiyormuş!
İnsanları birtakım davranışlarına göre “hoşlanıyorum” (seviyorum) , “hoşlanmıyorum” (sevmiyorum) diye iki ayrı kovaya atmak çok mutsuz edici bir alışkanlık. İnsanın davranışlarıyla düşünceleri bir günden diğerine öyle çok değişiyor ki! Size yapılan bir haksızlık başka bir açıdan bakıldığında bir başkasının mecbur kaldığı bir davranış olabilir. “Sevmiyorum” kovasına attığımız insanları oradan çıkarmak ise hiç kolay değil. Çoğumuz annemizi, babamızı, kardeşlerimizi ve çocuklarımızı berbat davranışlarına rağmen sevmeyi sürdürüyoruz. Yani bir insandan belli davranış ve düşünceleri yüzünden hoşlanmamayı (ve tabii ki sevmemeyi) seçmek sadece bir alışkanlık; doğru olduğuna inandığımız bir diğer yanılsamadan başka bir şey değil!
Evet, biliyorum zihin sınıflandırmak ister. Zihnin varoluş sebebi dış dünyayı anlaşılır kılacak kategorilere ayırmak ve sonra insanları, eşyaları, soyut kavramları o kapların içine yerleştirmek. Sosyoloji’ye Giriş dersinde okuduğumuz bir parçayı hatırladım şimdi. Yazar bir dükkâna giriyor ve satıcının kadın mı erkek mi olduğunu bir türlü anlayamıyor. Satıcının cinsiyetini ilk anda bilememek içinde hiç tahmin etmediği bir huzursuzluk yaratıyor. Bütün alışveriş süresinde bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyor. Çünkü zihin bir insana bakar bakmaz saniyenin binde birinde o insanı özelliklerine göre kategorilere yerleştiriyor, işi bitince rahatlıyor. Cinsiyet, yaş ve ırk zihin tarafından en çabuk araştırılıp sonuçlanması istenen özellikler. Bu işlev bir yerinde sekteye uğrarsa huzursuzluk baş gösteriyor.
Modern dünyada hoşlanmak/hoşlanmamak veya sevmek/sevmemek ekseninde yaptığımız sınıflandırma aslında çok eski, ilk toplumlardan beri insanın aşina olduğu bir zihin işlevi. Ben ve ötekini ayırmak. Bizim klan, onların klanı. Bizim köy onların, köyü. Bizim ülke, onlarınki. Bizim din, onların dini.
Bu ayrıştırma işlevi, terbiye edilmemiş ham zihnin doğal bir dalgası. Aydınlanma yolunda ermediğimiz sürece ben ve öteki ince ayrıntılarda hep kendini gösterecek. Yine de bu ayrımı en aza indirgemek elimizde olan, üzerinde çalışacağımız ve kendi mutluluğumuz için atabileceğimiz bir adım. Kişisel dönüşümü hedefleyen bütün sistemler (geleneksel, mistik veya modern) mutluluğa ve özgürlüğe giden yolun zihinsel alışkanlık kalıplarının kırılması ile gerçekleşeceğini söylemiyorlar mı?
Daha mutlu bir hayata adım atmak için, güneşin yüzümüze güldüğü bu ay içinizden ilk tepki olarak birinden hoşlanmamak geçiyorsa, bu sese kulak vermeyin. O kimseyle bir defa göz göze gelip gülümseyin. Bakalım ne olacak? Herkesin bir hikâyesi var çünkü. Ve muhakkak bir yerlerde o insanı sevilmeye değer bulan bir başka insan var. O insandan hoşlanmamak sadece bir seçim meselesi!
Ufak bir şey değil bu bahsettiğim. Hem zor, hem de çok büyük bir dönüşümün başlangıcı olabilir!
Hatta belki de devrimin ta kendisi, şu dizeleri yürekten diyebilmek:
bütün insanları dostun bil, kardeşin bil kızım,
sevginin ürünüdür insan nefretin değil kızım,
zulmün önünde dimdik tut onurunu,
sevginin önünde eğil kızım.
KD © 2011 Her hakkı saklıdır. Sitedeki yazılar izinsiz ve kaynak belirtmeden başka yerde yayımlanamaz. Ancak yazıları yazar ismi ve kaynak belirterek ya da dergiye link vererek paylaşabilirsiniz.
Tamda bu konu üzerinde düşünüyordum.Çağ Gürle ile 2gün Adanada atölye çalışması yaptık beni çok etkiledi.Çok kızdığım yaptığı davranışlara dayanamadığım 2 insan var, bu çalşmadan sonra onları olduğu gibi kabul etmeye hattasevmeye karar verdim dediğiniz gibi onları da sevilmeye değer bulan başka insanlar var bunları düşünürken bu yazı beni çok aydınlattı , onlarla karşılaştığımda gözlerinin içine bakacağım sevgiler
Tamda bu konu hakkında düşünürken bu yazınız beni çok aydınlattı hoşlanmadığım 2 insan için bu gün sabah karar almıştım onları olduğu gibi seveceğim diye gün boyu kendi kendime bunu tekrarladım yine tam zamanında yetiştiz onlarla karşılaştığımda gözlerinin içine bakıp sevmeye çalışacağım .Dediğiniz gibi bir yerlerde onları sevmeye değer bulan birileri var çok teşekkürler
Birkaç gün once haberlerde 2 yaşında bir kızın, vücudunda morluklar,ağır darp izleri ve hatta ısırıklarla dolu bir vücutla, acile kaldırıldığını izledim haberlerde. Yüzündeki darp hali nedeniyle göstermiyorlardı,ama o buğunun arkasından bile anlaşılıyordu. içim ezildi, midemin ortasına koca bir çaresizlik oturdu. yapan babaya ya da uvey anneye,her kim bunu yapmıssa lanet okurdum aslında, ama onu da yapamadım. cunku, o insanlardan degil, onları bu derece vahşi bırakan veya vahşileştiren başka insanlardan, dünyadan korktum! o cocugu o hale getiren insanı kessem, parçalasam ne olacak ki…
sonra dün, 17 yaşındaki bir genç kızın peşine takılmış,karşılık alamamış, yine kızla aynı yaşlardaki uyuşturucu bağımlısı bir genç tarafından ulu orta, gündüz vakti, sokakta boğularak öldürüldüğünü izledim haberlerde. kanım dondu. boğan gençten dolayı değil, “bir insanoğlunun geldiği noktadan”. ulu orta yaşanan vahşete, içinde yaşadığımız dünyanın sahne olarak hizmet etmesinden. insanın noksanlık boyutundan. bunlardan ötürü kanım dondu….öyle çaresiz bir döngü ki bu, bir adamla,bir deliyle, bir vahşiyle,bir kötü üvey anne ya da bir kötü babayla sınırlı değil.
günlük yaşamda da bu böyle. sana ters davranan biri , o kimlikte sınırlı değil. ondaki kötülük, huysuzluk onun ben’inde sınırlı değil. kökleri var, geçmişi var, hikayesi var, acıları var, mutlulukları var, kayıpları var..vs. bir bütün olarak , o da bizim gibi bir insan ve biz nasıl ki her zaman, her bir zerremizle iyi – cok iyi bir insan olamıyorsak, olmadığımızda da “ama ben de bak neler yaşadım” diyorsak, bir başkası da öyle…. görmek lazım, ama once gözleri kaçırmadan bakmak.
herkesi kucaklamak, sevmek pek mümkün değil. ama uzak durmak mümkün. uzak. belli bir mesafede durmak mümkün. ustune basarak soyluyorum,cunku aranda mesafe olan insanı çok sevemeyecegin gibi, karşıtı olan nefret duygusunu da besleyemezsin.
Sevmek ya da sevmemek, zihnimizde oluşturduğumuz sınıflandırmaların güdümünde bir karar değil bence. Duygu, zihnin çok ötesinde. Egomuzdan çok derinde. Bir kadına tecavüz eden, bir çocuğu döven, bir insanı yakan zihniyet de, boşuna “zihniyet” kelimesiyle anılmıyor. Günlük hayatın içinde, fazlasıyla kanıksayarak kullanılan bazı kelimeler, derinine indiğimizde geçmişten günümüze bir öğüt/ders aslında. Duygu temeline inebilecek derinliği olan ve olmayan insanlar vardır diyor benim de zihnim, sınıflandırmak alışkanlığıyla. Duygu ile hareket edebilmek cesaret meselesi. Ve gurur, öfke, şehvet ancak zihnin ve öğrenilmiş kalıpların ürünü olabilir. Kalp ürünü sevgidir, olsa olsa kırılganlıktır belki. Ve aslında “sevmeye değer bulmadıklarımız”, zihniminin mimledikleri ya da kırılganlığımızın inkar ettikleridir olsa olsa. Sevmeye değer bulmadıklarımızdan, ne de çok sevdiklerimiz çıkar. Hayat, her zaman öğretir.
Annem “YİNE” bendeki bir eksikliği……..
“Neden böyle bir şey yaptın Defne?” …
…sesi titriyordu, hatırlıyorum…
Madımak otelini yakan yobaz canileri…
ilk önce gerdi beni bu yazı açıkça söyliyeyim. Sonrasındaki rakagesa* sanatının başarıyla uygulandığını gördüm, hakikaten rahatladım. Pek Methini** duyduğum bir müzisyenin “are you going with me?” ve “Au lait” isimli eserleri de yazının bu sonraki bölümüne “sevgiyle” eşlik ettiler. Ve gerçekten isteyerek eşlik ettiler, uzaydaki görevleri buydu çünkü bu şarkıların, çünkü onlara müzik demek.?.. haksızlık olmasa da, ne bileyim eksik bir şey… O iki şarkı böyle yapışır bi yazıya, bi öğleden sonraya, bazen bi klavyeye…
Ve ben bu müzikleri duymadan yaklaşık yirmibeş yıl önce bir geceme yapıştılar.Bu dünyada yaşadım dediğim belki de ilk andır o gece…Gökyüzüne bakmıştım
Tebrikler Defne,
Gerçekten güzel bir yazı olmuş. Ama yine de, sevgiden bahsetmene rağmen, umutlandırmadı beni bu yazı, mutlu etmedi. Keza sen seversin sevgini ulaştırmayı, omuz vermeyi..
Neyse, acaba parlak günleri geçti gittimi dünyanın, ya da yine tarihin bir oyunu mu bu?
————————————————-
*rahatlamaya kademeli geçiş sanatı
**Pat Metneny Group – Offramp