Biz küçükken Beyoğlu’nun arka sokakları bize yasak yerlerdi. Ve her yasak yer gibi oralarda dolaşmanın tadına doyum olmazdı.
Şimdi size bu satırları Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir internet kafe’den yazıyorum. Eskiden gelsek anamızın babamızın yüreğine inecek o izbe sokakların bir tanesinin köşesindeki eski bir taş binanın üçüncü katında kafeden çok devlet okullarındaki dil labaratuarlarını andıran floresan ışıklı bir odada dört adet genç oğlan, bir turist kızcağız bir de ben hücrelerimize çekilmiş, internet mucizesini tecrübe ediyoruz. Floresanı, yerdeki muşambadan parkeleri, avaz avaz bağıran radyodaki reklamların kalitesizliğinden hiç de etkilenmiyormuş gibi görünen kibar amca biraz önce bana ve önümdeki hücreden THY bileti alan turist kıza çay ikram etti. Amca buranın sahibi sanırım. Mal sahibi, işletme sahibi, internet sahibi…Artık bilmiyorum tam olarak neyin sahibi, ama o bir Sahip. Kibar, saygılı, kendinden emin. Onun bilgisayar ışıklarının uzağındaki köşesinden yayılan varlığı yan hücrelerde kim bilir ne yapan oğlanların şamatasını engelliyor. Bırakın şamatayı bir yana yeniyetmelerin çoğunluk nüfusu oluşturduğu odamızda çıt çıkmıyor. Sahib’in sessiz otoritesi hepimizi içe dönmeye heveslendirmiş olsa gerek…Amcadan mükemmel yoga hocası olur!
Neyse diyorum ki Beyoğlu’nun arka sokaklarının bize yasak olduğu zamanların üzerinden yıllar, yaşlar geçti. Aynı sokaklarda hala o pis adamlar geziniyor. Onlar nedense hiç değişmiyorlar. Pis sakalları, öbek öbek olarak işsiz güçsüz dükkanların önünde takılmaları, sokağa dönen tekil kadınlara meydan okur gibi bakmaları, ortalık yerde oralarını buralarını kaşımaları filan bunlar hiç değişmiyor. değişen benim onlarla ilişkim. Değişen benim tavrım. Artık onları varlığıma tehdit olarak algılamadığım gibi, gözlerinin içine bakıp onların hikayelerini merak ettiğim de oluyor. Bazen. Çoğunlukla aldırmıyorum onlara. Beyoğlu’nun arka sokakları artık sadece onların değil, benim de mekanım oldu çünkü. Beni görür görmez gözlerini üzerime dikseler de, onlar biliyor ki bu sokakları artık biz paylaşıyoruz.
İşte öyle bir gün. İstanbul’da 30. gün. Kendime alışma süresi için 40 gün vermiştim. Kırkıncı günde yeniden İstanbul’lu olacağım. Şu aralar hala biraz akvaryumdaki balıklara bakar gibi bakıyorum etrafıma. Metrodan hep beraber iniyoruz. Çok ayaklı bir organizma gibi yürüyoruz. Beraber hareket ettiğim diğer bacakların bedenlerinden bağımsız hareket etmeme imkan yok. Yavaşlayamam, ters yöne gidemem, isyan edemem. Usul usul kalabalığın akışına teslim ediyorum kendimi.
Ama Beyoğlu’na çıkınca ben yine tek ve kendimim. Tek başıma yemek yediğim yerler var. Arka sokaklarda. Benim arkadaşlarım zamanla Beyoığlunu terk ettiler. Benim Tayland’dan, Portland’dan İstanbul’a tatile geldiğim yazlarda ”Biz artık Beyoğluna çıkmıyoruz” dediler. Ben de tek başıma çıktım. Arka sokaklara tek başıma daldım.
İstanbul öyle bir şehir ki her köşeden bir başka alem çıkabiliyor karşınıza. İnsan bu sokaklarda gezmeye vakit ve enerji ayırırsa ve bir de gözü çirkinliklerin arasından hayata dair olan ayrıntıyı seçme terbiyesine sahipse, bu şehirde Evliya Çelebi olur. Ben bugün öyle arka sokaklarda gezineyim diye çıkmamıştım aslında sokağa. Yunanca dersimden sonra birkaç saat boşluğum vardı, o sırada bir yazı yazayım bari, şu okurlarımı çok ihmal ettim diye düşünerek bir kafe arıyordum. Bilgisayarımı da yanıma almamışım bu sabah, artık defterime yazarım diye diye karnımı doyurmak üzere müdavimi olduğum lokantalardan birine girdim. Tanıdıklar vardı. Beraber oturduk. Dedim,
“Bana iki saatliğine verebileceğiniz bir bilgisayarınız var mı? ”
Dediler,
“Yok ama. Internet kafeler ne gübe duruyor? ”
Dedim,
“İnternet kafe mi kaldı ya?” (En Tayland’da ottan çatılı bir kulubede Yasemin’le internete bakmıştık. Etrafımız yine aynı şimdiki gibi yeni yetme oğlanlarla doluydu.)
O ara garson atıldı,
“Bak dedi şu karşıki sokağa gir, sonuna kadar yürü, sola gir. Orada köşede bir tane var. Neon ışıklı tabelasını görürsün zaten.”
Gidip yazı yazabilir miyim orada?
Karşıki sokağa girdim. Adamlar dönüp bana baktı. Yola devam ettim. Köşede bir polis memuru oturmuş kürdanla dişlerini temizliyor. Gayrı ihtiyarı başımı öne eğdim. O hortum polisin ün saldığı karakolun sokağı buralar. Köşedeki binanın önünde zınk diye durdum. Yeşil panjurlu, siyah ferforjeli bakımlı taş bir Rum binası. Bir daire satılık. Hemen içeri daldım, asansör var mı diye bakmaya. Yokmuş. Ama her bir dairenin önünde çiçekler, zevkli kapı süsleri, konser tiyatro posterleri…Keşke biz de bu binada yaşasak. Belki de giriş katındaki daire satılıktır. Emlakçının numarasını not ettim. Hayal malzemesi çıkar diye.
Tam telefonu cebime koymuş sola dönecektim, yine. Zınk. Bu sefer neden durduğumu öyle hemen anlamadım. Neden sonra bir kırtasiyeci vitrinine baktığımı fark ettim. Vitrine vitrin demeye bin şahit. Üç basamakla inilen kuytu karanlık dükkanın içindeki her bir malın üstüste alt alta yığılmış olduğu bir cam bölme. dağımıklık değildi beni şaşırtan ve zınk diye durmama neden olan. O karışıklıkla üst üste alt alta vitrine yığılmış malların kendisi idi. Annesi ile sokakta yürüyen çocuğun oyuncakçı vitrini önünde birden durup annesini çekiştirmesi gibi bir şeydi benimki. Gibi filan değil, tastamam o halin kendisi idi çünkü vitrindeki mallar benim çocukluğumdan kalma oyuncaklardı!
Bayramlarda sınıfı süslediğimiz yaldızlı kedi merdivenleri, grapon kağıtları, Japon fenerleri, Atalı minik bayraklar (camlara asılan), plastik bebekler, pergel takımı, kırmızı kalem, dolma kalem, hokka, mürekkep, blok fülüt. Burası, dedim herhalde kapalıdır. Eski bir kırtasiyecinin deposu filandır. Tozlu, puslu cam kapısından içeriye bakmak için bir adım atınca ilkokul 2. sınıf önlüğüm gibi solmuş gibi bir kağıt bayrakla burun buruna geldim. Bayrağın arkasından gördüğüm kadarıyla içeride bir adam vardı ve eğer ki yoga yapmıyorsa, oyuncakçının yaşlı sahibi içeride namaz kılıyordu. Rahatsız etmemek için oradan uzaklaştım ama aklım o renkli tuşlu melodikada kaldı. Buradan çıkınca yine bakarım belki. Bir rüyadan ibaret değilse tabii o dükkan.
Size yazdığım bu dakikalar arasında bana ikinci çayımı getiren Sahib ile biraz sohbet ettik. Yunan televizyonundan dizi seyrediyordu. Hayırdır dedim. Dedi, “Ben Cihangir’de Rum komşularla büyüdüm. Hepsi, ne yazık, göçmek zorunda kaldılar. Şimdi işte internetten Yunan televizyonu seyrederken yine onların seslerini duyar gibi oluyor, çocukluğuma dönüyorum. ”
Ezan başlayınca televizyonun sesini kıstı.
Esrarlı köşeleri ve sürprizler dolu insanları ile Beyoğlu’nun Arka Sokakları’nı ne çok severim.
İstanbul yazıları devam edecek.
Cümleten Hoşgeldik!
hoşgeldin defne! bugün ben de beyoğlu’nun arka sokaklarında dolaştım biraz. istanbul’un kalabalığını bu keşifler çekilir kılıyor.. özellikle tünele indikten sonra galata kulesi’nin karşı sokağından girip kaybolunca güzel kafeler ve ağaçlı sokaklar çıkmıştı geçen hafta karşıma, tavsiye ederim 🙂
Hoşgeldin Defne, gözlerim yollarda bekliyordum. Bugünlerde hastayım biraz. Başım fıldır fıldır dönerken, sevgilimin omuzlarına dayanarak okudum ama okudum doğduğum şehirden dökülen kelimelerini.
Sahip amcayı nasıl da yogayla bağdaştırdığını gördüğümde gülümsedim; bekliyordum sanki. O pis sokak adamlarını canlı canlı beynimin pencerelerinde gördüm; hiç gerek yok, sildim.
Kesin zamanın farklı dilimlerinde, aynı sokaklarda gezinmişizdir. Nasıl istedim şu an, o zamanın bir an bile kesişmiş olmasını. Sen ister miydin bilmiyorum, ama ben isterdim sen o dükkana bakarken karşına çıkmayı ya da ne bileyim; sen bir köşeden dönerken benim öbür köşeden çıkmamı ve birbirimize yaklaşmamızı. (Çok mu romantik oldu?) Ne var yani öyle olsa?
Konuşmasak, gülümseyerek ve gözlerimizi kaçırmadan yürüsek birbirimize doğru. Sonra, son zamanlarda çok özlediğim gevrek (İzmirliyim, evet) ve çay ikilisini bulsak kıytırık bir köşede. Çok konuşmasak da olur. Birlikte nefes alsak tepemizden geçen martıya aynı duygularla bakarak.
Öyle işte. Senin oralarda olmana seviniyorum nedense. Sanki ben de oradaymışım gibi geliyor. Özlemedim diyorum ama, yine de senin de dediğin gibi; çocukluk, gençlik ve eski bir yaşamın kokusu var o sokaklarda.
Selam söyle o zaman benden, yürüdüğün her kaldırıma, kulağına çalınan her ezan, dalga ve martı sesine; ah, bir de en çıtırından, en tazesinden bir adet gevreğin buruk kokusuna!
Bİr de geçmiş yazılarında kaçırdıysam kusuruma bakma; neden oradasın ve daha ne kadar kalacaksın?
Sevgiyle,
Falname.
Sanki Beyoğlu’nun her sokağında mutluluk ve acı var. Ama hepsinden anlamlı derin bir yaşanmışlık var. “Emanet Çeyiz”i okumadıysan tavsiye ederim.
sevgiler,
yaprak
Hoşgeldin! Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı görünce sevinir gibi sevinerek okudum yazını.
Hoş bulduk! Biliyor musun ben de bu yazıyı o saatte Atina’da açık bulduğum tek yer olan Elektra kafe’de yazdım!
:o)
şarapçı kadınlar da var ya hani beyoğlu’nun arka sokaklarında. hatta cihangir’deki bir tanesi hiç pis de değil, tertemiz. onları yazmak sanki uzun uzun bi gün.
beyoğlu’nun az arka sokaklarından birinde sabahladım dün gece ben sonra iki saat uyuyup tam yoga saatinde diktim gözümü tavana. senin “kanepede uyunan 3 saat sonrasında kalkıp yoga yapılmaz tabii” sözün geldi aklıma. kalktım, durdum. sonra yazını gördüm. ugur yücel’in deprem filmini hatırlattı bu yazı bana. tarlabaşında birlikte büyüttükleri akran çocukları beraber oynayan iki komşu aileden biri rum’du, yunanistana taşınmışlardı. sonra yunanistan’daki gelip bulmuştu çocukluk arkadaşlarını hortum süleymanın da mahallesi olmuş asıl kendi eski mahallesinde.
ne çok yere dokundun yine.
cümleten hoşgördük.
fulya.
Teşekkürler Fulya…Bir Nişantaşı gecesinde kaybettim seni, o günden beri de yoksun ortalıkta. Kanepede 3 saat uyuduğun gecelerin sabahında da derse gelebilirsin, biliyorsun değil mi? 🙂
geçen hafta iş koşturmacasındaydım, cuma gecesi de hem bitirdiğim iş haftası hem de kaçırdığım yoga derslerinin finali idi, bütün hafta sabahlamış değilim yoksa : )
guzel bı yazı olmus tesekkurlerr beyoglu beyoglu olalaı boyle yazı gormedı 🙂