Şefkat Çağrısı

Kuraldışı Dergi’nin Mart sayısında çıkan yazım

İstanbul’dan ayrılmadan hemen önceki son anım:

Panayır kıvamındaki Gezi Parkı’nın Divan Otel’i tarafındaki çıkışına doğru eşimin tekerlekli sandalyesini sürüyorum. “Ne oluyor,” diye soruyor önümde sandalyesinde. “Bir şey yok,” diyorum. “Bostana doğru gidelim, orası daha sakin”. Yanımızdan gaz maskelerini takmış koşan birileri geçiyor. Eşim yine “Ne oluyor, ne diye bağırıyorlar” diye soruyor. Gaz maskelerinin ardından duyduğum “Operasyon başlıyor” cümlesini tercüme etmeye cesaret edemiyorum. Üzerimize doğru bir insan seli geliyor.

Gezi Parkı’nın Divan Oteli tarafındaki çıkışı, o bitmek tükenmek bilmeyen inşaat yüzünden savaş alanı gibi. Ben tekerlekli sandalyeyi o çukurların arasından nasıl atlatacağımı düşünüyorum. Kalabalığı yararak arka çıkışa varmaya çalışıyorum. Eşim hâlâ neşeli. Arkalara vardıkça neşe dozu artıyor zaten. Çocuklar resim yapıyor. Sahnelerde müzik çalıyor. Dans eden de var, halay çeken de. Teyzeler süt mısır kemirerek çadırların arasında geziniyorlar. Yolumuzu kesip eşime sarılanlar oluyor. Tekerlekli sandalyesi ile Gezi’ye geldi diye. Yabancı olduğunu anlayınca sarılanlar artıyor. (Yıllar önce İstanbul’da geçirdiğimiz bir yılbaşı gecesinde de böyle sevgi seli ile karşılaşmıştı. Gittiğimiz barda genç kadınlar dört bir yanını sarıp öpücüklere boğmuşlardı kendisini. Onu hatırlatıyor bana.)

Sonra herkes bize yardım ediyor, çukurların üzerinden sandalyesi üzerinde bizim Bey’i uçuruyorlar Divan’ın önünde. Biz Nişantaşı’na doğru uzaklaşırken ilk patlama duyuluyor meydandan. Arkama dönüp bakıyorum. Parkın üzeri bir gaz ve toz bulutu.

İstanbul’a dair aklımda kalan son görüntü bu . Pembe bir gökyüzü ve Gezi Parkı’nın üzerinde asılı gri-beyaz bir bulut.

Şimdi geri dönüyorum. O zamandan beri ilk defa.

Hatta şimdi bu satırları uçağın içinde yazıyorum. Bu yolculuk yirmi dört saat boyunca dünyadan kopmayı gerektiriyor. Hem mecazi hem de sahici anlamıyla… Bir defa malum, saatte 813 km hızla giden bir aracın içinde yerkürenin 10669 metre tepesinde yolculuk ediyoruz. Böyle bir kopukluk var. Öte yandan yirmi dört saat telefonsuz, internetsiz, modemsiz geçiyor.  Tadını unuttuğumuz bir kopuş bu.

Yola çıkmadan önce transatlantik uçuşun uzunluğu konusunda sızlanırken bir arkadaşım “Neden öyle diyorsun? İnternet öncesi zamanlardaki gibi kesintisiz düşünecek vaktin olacak” demişti.  Haklıydı. Kesintisiz düşünmeyi unuttuk. Kesintisiz herhangi bir şey yapmayı hatırlıyor muyuz zaten? Kendi adıma konuşayım: Telefonum sağ olsun, ilgiye muhtaç çocuğum sanki mübarek, neye başlasam dikkatimi çekecek bir numara yapıyor. Mesaj geldi, kitabı koy kenara, e-postada bir soru, roman yazmaya ara ver, bloğa yorum yazmışlar, sohbet beklesin sen ona bak.  (Tamam durum bu kadar vahim değil. Bir kitabı gerçekten okumak istediğimde ya da romanımın yeni bölümünü yazacağım zaman bütün cihazları kapatıyorum, arkadaşlarımla buluştuğumda telefonumu sessize alıyorum ama yine de… Yine de bir şeylerin kesildiği hissini taşıyorum içimde.)

Uçaklar ve havaalanlarında geçirdiğim son yirmi dört saat içinde uyumak da dahil olmak üzere öyle çok iş becerdim ki Einstein’ı anmadan edemedim. Ben bu kadar işi yerküredeki hayatımda ancak bir haftada yapardım. Süratle giden bir aracın içinde zaman sonsuzluğa açıldı.

Fakat tam yola çıkmadan önce… Beni Portland’dan Amsterdam’a taşıyan uçağın içinde hâlâ telefonlarımızı kullanmamıza izin varken… Öğrencilerle sohbet ettiğimiz bir ekrandan ülkedeki son skandalın haberi ve youtube bağlantısı geldi. Uçak motorlarını çalıştırana kadarki kısacık sürede anlamaya, dinlemeye çalıştım. Bir yandan öğrencilerin akın akın yazdıkları mesajları okudum.

Sonra uçak kalktı. Dünyadan koptum.

Gaz ve toz bulutu halinde bir Gezi Parkı bırakmıştım ardımda, şimdi ülkeme geri dönerken her şey biz kez daha altüst.

Bu haberleri almadan önce bu ayki yazının temasını şefkat olarak düşünmüştüm. Tamamen başka bir bağlamda, şefkati parlak kadınların kendilerine değer vermeyen adamlarla yaşadıkları beraberlikler konusu içinde ele alacaktım. Adamların parlak kadınlardan esirgedikleri şefkatten bahsetmeyecektim ama. Bu kadınların kendilerine veremedikleri şefkat de değildi aklımdaki. Bizlerin yani dostların, hocaların, ana babaların bu parlak kadınlara veremediğimiz şefkatten dem vuracaktım. Hani kendilerini heba ediyorlar diye kızıyor, üzülüyor, hiç ama hiç merak etmeden durmadan nasihat veriyoruz ya… İşte o insanlık halinden konuşmaktı niyetim. Kısmetse nisana…

Şimdi daha acil bir gündemimiz var.

Geçen (yirminci) yüzyıl yaşadığımız topraklarda çok derin yaralar açarak başladı. Kutuplaşmalar, körüklenen nefretler, toplu kıyımlar, yüzyıllarca yan yana yaşamış halkların birbirine düşman kesilmesi, katliamlar, zorunlu göçler, yanıp yıkılan yaşamlar… Bugün, Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yıl dönümünde, aynı topraklar yine birbirine diş bileyen insanlarla dolu. Biz ve onların sınırları belirleniyor, sonra o sınırlar keskin kılıçlar gibi bileniyor… Aynen geçen asırda yaptığımız gibi  yine kendimizin daha iyi ve tabi ki haklı olduğumuza inanıyoruz. Biz de öyle inanıyoruz, onlar da.

Kitlesel nefret çığ gibi büyüyor.

Büyürken yüreklerden şefkati silip süpürüyor.

Sevginin tersi korku ise şefkatin tersi de ilgisizlik zannımca.  Şefkat kendi kafamızdaki doğrulardan bir adım geriye atıp ötekini merak etmekle başlıyor. İnsan nasıl ki sadece kendine özgü bir genetik yapı ile doğuyor, aynı eşsiz tasarım benliğine de yansıyor. Tahminlerin, varsayımların ötesinde girift bir varlık var karşımızda. Çok sıkıcı bulduğumuz ya da sinir olduğumuz insanlar için bile geçerli bu. Oysa onu merak ettiğimizde “şaşı bak şaşır” oyunlarında olduğu gibi hiç görmediğimiz bir resim üç boyutlu olarak beliriyor karşımızda.

Şefkat ötekini merak etmek ve sonra tanımakla başlıyor. Şiddet ise ötekine dair bir şablona kilitlenip kalmakla…

Tıpkı yirminci yüzyılın başında yaşayan atalarımız gibi biz de bu yüzyılın başında çok büyük dönüşümlere tanıklık etmekteyiz. Geçen yüzyılın bu döneminde bir devlet yıkılıp yerine yenisi kuruldu. Benzer bir yerde duruyoruz. Ülke yine hasta adama dönüştü. Yeni, taze bir iktidara ihtiyacımız var. Üstelik bu dönüşüm bizden bağımsız değil. Bunu hep beraber gördük, pasif seyirciler değil, aktif oyuncularız tarih sahnesinde. Artık bizi kurtaracak liderlerin yolunu gözleme zamanı geçti. Devir bireylerin özgürlük mücadelesi devri. Herkes gelecekten sorumlu. Geleceği alacağımız tavırlar ve atacağımız adımlarla biz belirleyeceğiz.

Geçen yüzyılda üretilen düşmanlıklardan birileri kazançlı çıktı. Bölünen, birbirlerine düşen insanların hepsi kaybetti. Resmi tarih bizden bunu sakladı. Kazandık sandık. Gerçekleri saklamada ana akım medyadan farkı yoktu aslında.

Bu sefer, bu yüzyılda, biz insanlık olarak daha güçlü, daha güvenli, bir yerdeyiz. Hakikate daha yakınız.

“Biz ve onlar” cinnetine kapılmayıp, yüreklerdeki en büyük odayı şefkate ayırırsak tarihi tekerrüründen kurtarabilir miyiz acaba?

 

Not: Yeni romanım Saklambaç’a göstermiş olduğunuz ilgiden dolayı hepinize çok teşekkür ederim. 9 Mart Pazar günü saat 19:00’dan sonra Cihangir Yoga’nın Fındıklı şubesinde Saklambaç için imza günü düzenliyoruz. Hepiniz davetlisiniz. Gelebilirseniz çok sevinirim. Ayrıntılar için bana e-posta yazabilirsiniz. info@defnesumanyoga.com

 

 

 

 

 

 

 

İNCE ŞİDDET

Bugün aklımda bir iki bir şey var. Yoğurmadan öylecene buraya yığacağım. Bakalım ne çıkacak? 

Bir tanesi yoganın ahimsa prensibi ile ilgili. Ahimsa şiddetsizlik anlamına geliyor. Onu bunu dövmemek, öldürmemek, yaralamamak…Ama zaten ben ve siz sevgili okurlar ahimsanın bu yakasından değiliz. Kimselere zarar vermeden yaşıyoruz biz. Hatta bazılarımız et bile yemiyoruz ki hayvancıklar acı çekmesin.

Öyle mi? Yoksa şiddetten uzak yaşadığımıza inandığımız anda, kendi şiddetimize gözlerimizi kapatıyor muyuz? Karısını, çocuklarını döven adamdan daha kör olabilir miyiz kendi hayatımızdaki şiddete karşı?  Kaba şiddeti tanımak ve onu ötekine ait bir şey olarak görmek kolay. Ama bir de ince şiddet var. Kaba ve ince şiddet birbirlerinden gün ve gece gibi farklı iki şey olmayabilir.

Benim hayatımdaki şiddet inceden işliyor.

İnce şiddet en çok iletişimde kendini gösteriyor.  Konuşurken kullandığımız sözcüklerde, tonlamalarda, emir kiplerinda, teşekkürsüz, lütfensiz cümlelerde…Veya haz etmediğimiz bir insandan herif/karı diye bahsetmederken Veya dalga geçerken… Dalga geçmek, karşılıklı gülüşülse bile iletişimin merkezi haline geldiğinde iki insan arasındaki bağı zayıflatıyor. İnsanın kendisi veya arkadaşı, sevgilisi, eşi ile dalga geçmesi inceden bir şiddet gösterisi. Özellikle de iletişimde alışkanlık haline geldi ise.


Şiddet başka insanlarla kurduğumuz iletişimin yanısıra kendi kafamızın içindeki monologlarda kullandığımız sözcüklerde de hayat buluyor. Birisini kafada hıyar, ya da angut bellemek mesela, o kimseyi olduğu gibi görmemizi imkanız kılıyor. Kafada yaftayı yapıştırdığımız anda o insan ile iletişimi koparıyoruz. Bu insanı hiç tanımıyor olabiliriz. (ki genelde tanımadıklarımıza yaftayı yapıştırmak en kolayı.) Tanımadığımız insana yapıştırdığımız yafta onu duymamıza engel oluyor. O insan o sırada kendini ifade etmeye çalışsa da bir defa bağlantıyı kopardık mı ou yeniden kurmamız güçleşiyor. Çünkü artık dinlemiyoruz. 

Richard Freeman ne diyor? Yoga begins with listening. Yoga dinlemekle başlar. Kafamızdaki etiketleri soyup dinleyebiliyor muyuz insanları? Ben biliyorum ki zorlanıyorum.

Dün arkadaşım Aisha ile ilişkiler üzerine konuşuyorduk: Kendi yoga hocasının bir sözünü tekrarladı. Yeni bir ilişkiye başlarken, sevgilinizin size değil, diğer insanlara (özellike hayatında önemli yeri olmayan bakkal, taksi şoförü, banka memuru, havaalanı görevlisi, hademe, kapıcı gibi insanlara) nasıl davrandığına bakın dermiş Aisha’nın hocası. Çünkü gün gelip de artık sizi etkilemek gibi bir amacı olmadığında size davranışı da aynen böyle olacaktır. Çok beğendim bu sözü. Sizinle paylaşmak istedim. 

Kim olduğu mühim değil, bir eski sevgilim bana ne kadar şekerse, taksi şoförlerine ve garsonlara o kadar ters idi. Ruhunu kasıp kavuran öfkesini oradan çıkarmam gerekirdi ama kendi sıramı beklemem lazımmış. Davranışlarımızı şekillendiren inceden şiddeti kendimizde de sevdiklerimizde tanımaya direniyoruz. Orası kesin. 

İçimizdeki varlığını inkar etmeyi alışkanlık edindiğimiz bir diğer şey de öfke. Öfke şiddetin bir numaralı motivasyon kaynağı. Dalga geçen, ha babam birbirini babalayan arkadaşlar pasif agresyon içinde kıvranırken, direksiyon başındaki diğer bütün şoförlere ana avrat küfreden kişi de öfkesini kendi arabasının içinde patlatmaktan başka bir şe
y yapmıyor.  Şiddete maruz kalan kendisi ve arabanın içindeki diğer yolcular…Bir de kendisini kuzu gibi gören öz-öfkesine kör arkadaşlarımız var. Karnına şöyle bir dokunduğunuzda göz yaşlarına boğulan, öfkeyi ötekileştirenler.

Foto: Kokia Sparis
Memleketimizde öfkelenmek, kontrolden çıkmak gibi ince ya da kaba şiddet olağan şeylermiş gibi algılanıyor. Bizi bekleten bir garsona çıkışmayı ya da sıramızı kapan bir akıllıya haddini bildirmeyi kendimize görev biliyoruz. Duygusallaşmadan (öfkelenmeden) rahatsızlığımı dile getirmek aklımıza bir türlü gelmiyor. İnce şiddet böyle böyle kalınlaşıp da iş sevgilimizi elektrikli testere ile kesmeye varınca da hayrete düşüyoruz. 

”Kontrolü kaybetmek” meşru bir durum olarak kabul edildikçe şiddetten özgürleşmek mümkün mü? 

Bu kontrolü kaybetme halinin meşruluğu sadece öfke olarak değil, başka duyguların ipinin ucunun kaçırılması olarak da düşünülebilir. İsteri krizi, ağlama, duygu sömürüsü ve ısrar ile diğerine istediğini yaptırmak (diğerini kontrol altına almak) da şidder sayılmaz mı? Memleketimiz kadın ve erkeklerinden sıkça duyduğumuz ”kendimi kaybetmişim” ifadesi şiddetin sorumluluğunu omuzlarımızdan bir güzel alıp içimizdeki bir canavara devrediyor. Biz de rahatlıyoruz. Oh! 

Şiddet şefkatin tersi. Kendi şiddet anlarımızı tanır ve canavarın başını o anda yakalarsak yerine şefkati koyabiliriz. Canavar sandığımız kadar kontrolümüzü dışında faaliyet gösteren bir şey değil aslında.

Ben şiddeti şefkat ile değiş tokuş edebildiğim anlarda vallahi kendimi bir iki yaş gençleşmiş hissediyorum!!!