Toplumsal İçerikli 2: Üç Elma

Dünki yazıya kaç yıldır televizyon seyretmediğimi sorgulayarak başladım. Sonra laf lafı açtı ve sonunda bu soruyu bir yere bağlamadan yazı bitti.

Oysa ki şunu diyecektim:

Geçen gün FaceBook’daki “arkadaşlarımdan¨ birinin (tırnak içinde çünkü kendisi ile aslında fiziksel boyutta tanışmışlığımız, el sıkışlığımız ve arkadaşlık etmişliğimiz yok) duvarında (bunu da tırnaklayabilirim ama artık uzatmayayım) bir televizyon programına denk geldim. Son zamanlarda arkadaşlarımın profil resimlerinin yine bayraklara, Mustafa Kemal’lere dönüşmesinden huylanmış, şöyle bir T.C politika gündemine göz gezdirmiştim. Belki bu göz gezdirişin devamı ¨arkadaşımın¨duvarındaki pencereye tıklayıverdim. (Ben de üstad John Lennon gibi ne politikaya inanırım, ne de televizyondaki tartışma programlarına esasen. )

Ve fakat tıklamam ile odayı bir kavganın doldurması bir oldu. Geçen yıl İstanbul’a döndüğümüzde yüzüme tokat gibi çarpan o zıtlaşma hali iki değil, 2bin boyutlu olarak mekanımızı doldurdu. Şimdi siz görseniz insanları tanırsınız. Ben tabii tanımıyorum. Bir adam, ben yaşlarda, hafif tombul, saçlı sakallı, oturduğu yere sağlam yayılmış karşısındaki kadına heyecan içinde şu soruyu soruyor:

” Şimdi senin eşin sana dese ki, ben başka bir kadına aşık oldum, seni de seviyorum, onu da seviyorum. Sen rıza gösterirsen ben onu da alacağım. Kabul eder misin?¨

Seyirci kitlesi soluğunu tutmuş, gelecek yanıtı beklerken kameralar örtülü bir kadına dönüyor, ben elbette onu da tanımıyorum ama yüzündeki alaycı görüşü kaçırmıyorum.

¨ Kabul ederim¨ diyor.

Seyirci tarafından bir patırtı kopuyor! Destek mi, köstek mi, yoksa biz ne olsa galeyana geliriz tarzı bir patırtı mı anlamaya imkan yok. Örtülü kadın dudaklarının kenarındaki gülücük ile dinlemeyi, saçlı sakallı genç adam ise sorgulamasını sürdürüyor.

Peki ya üçüncüyü alsa, yok üçünüzü bir yatağa atsa…

Kadın soruların saygısız içeriğine dair bir iki laf etmeye çalışırken, Berna Laçin (bakın onu tanıdım) aralarına dalarak, babasının şımarık kızı kıvamında bağırmaya başlıyor: Ben Saygı duymuyorum. Saygı duymak  İSTEMİYORUM! İstemiyorum YA!

Ve başlıyor bir bağrış çağrış! Berna Laçin şımarık aile kızından, mahalle karısına, oradan yine küskün kız çocuğuna geçişler yapıyor. Saçlı sakallı genç, kaynağı muallak bilgilerini ortaya dökerek bir ¨point¨yapma gayretinde. Örtülü kadın hala -sesini yükseltmeden- tutarlı bir laf etmeye çalışıyor ama dudaklarının kenarındaki gülücük silinmiş.

Tam o sırada odaya giren Kokia’nın daha ekrana bakmadan duyduğu seslerden gözleri büyüdü. Konuşmaların içeriğini duyunca benimle beraber seyretmeye başladı. Herkes birbirinin sözünü keserek savunmasını yaptığı için olanı biteni tercüme etmeme imkan yoktu.

Sonunda ¨çıkar şu insanları odamızdan Allah aşkına¨ dedi de kapattım. Bütün bağrış çağrış arasında örtülü kadının sonuna kadar diğerlerine siz, diğerlerinin ise ona sen diye hitap ediyor olmalarının rahatsızlığı bütün gece yakamı bırakmadı.

***

Geçen sene benzer bir duruma Kanyon’da rasgeldim ve müdahele etmediğim için duyduğum azap hala içimde. Kokia yine yanımda idi ve yine gözleri büyümüştü.

Asansörlerin orada, orta yaşlı tombul bir kadın, yürüyen merdivenlerden çıkmakta olan bir örtülü kadına ciyak ciyak bağırıyor. Belli ki otopakta bir park yeri için önceden kapışmışlar. Oraya kadar dalaşarak ilerlemişler. Örtülü olanı bıkmış, merdivelere yönelmiş. Öteki aşağıda kalmış haykırıyor:

“Sen önce başını aç terbiyesiz. Sen önce kafandaki o örtüyü çıkar, örümcek kafandaki o örtüyü çıkar önce SAYGISIZ!”

Göz ucu ile ötekine bakıyorum. Başını dik tutmuş, ardına bakmadan merdivenlerden çıkmayı sürdürüyor, sonra da Kanyon’un labirentlerinden kayboluyor. Biz Kokia ile utançtan önümüze bakarak arada bir yerde kalakalıyoruz.

***

Bunları yazmayı planlarken şort giydiği için otobüste yüzüne yumruğu yiyen genç kadının haberi geldi. İki gün önce akşam bindiği 42 M otobüsünde bacaklarını uzatıp da oturdu diye kıllanan adamın hakaretine ve ardıdan fiziksel saldırısına uğrayan genç kadının dudağı patlıyor, otobüstekilerin kılı kıpırdamıyor. Adam el sallayarak otobüsten iniyor, kimse yakasından tutup getirmiyor. Polis yarayı yeterince ciddi bulmadığı için soruşturma başlatmayı redediyor.

İnsanlığın bu ilkel boyutuna nasıl geçtik?

Şiddet ne zaman bu kadar normalleşti? Ne zamandır bir adamın çocuğu yaşındaki genç bir kadını dövmesi böylesi bir umarsızlıkla karşılanıyor?

Şiddeti evlerimizin içinde kanıksadıkça kamusal alandaki tezahürlerini de olağan bir şeymiş gibi karşılıyoruz galiba.

Evlerimizin içindeki şiddet derken sadece karısını döven koca veya çocuklarını döven anneden bahsetmiyorum. Birbirlerini önce sözle, sonra yumrukla döven insanların salonlarımızdaki çok olağan – fon müziği mahiyetindeki- mevcudiyetinden de söz ediyorum. Televizyonunuz açık ise sizin evinizde de şiddet uygulanıyor demektir.

Şiddetin fiziksel boyutta tezahür etmesi, sözsel şiddetin sadece bir adım ötesi, sözsel şiddet ise yargının ve nefretin tezahürü, yargı ve nefret ise KORKU’nun çocukları.

Ne zamandır birbirimizden bu kadar nefret eder olduk?

Ne zamandır birbirimizden bu kadar korkar olduk?

***

Tezimin esas kızı Fadime Şahin idi ise, konusu da farklı inançlardan gelen insanların kamusal alanda kendilerine yer açma mücadeleleri idi. Bugün sunucunun bir tanesi elini kolunu sallayarak bir kadına, ¨kocan bir kadın daha alsa razı gelir misin¨ diye sorabiliyor. Benim tezimi yazdığım yıllarda  imam nikahı diye bir şeyin varlığının televizyonda kabul edilmesi bile büyük bir olaydı.

İnkar alışkanlığımız ile uyum içinde akan,  ve dolayısı ile imam nikahı  yokmuş gibi davranan televizyon kanallarının  yayın hakkı vardı. Ta ki Fadime Şahin gibi ballı bir haber kaynağı Aczmendiler, Kalkancılar içinde yaşanan seks skandallarını ortaya dökmeye karar verene kadar.

Biz o zamana kadar ¨Aczmendiler insan değil ki zaten¨ diye düşünüyorduk zaten hep beraber. Canavar olabilirlerdi. Ya da deli. Ama insan değillerdi. Senin benim gibi insan hiç değillerdi. Ta ki bir genç kadın ekranlara çıkıp bize tanıdık, herkesin başından geçen bir skandal hikayesi anlatana kadar… O vakit tanımak gerekti. Kabul etmek gerekti. Oradaydılar. Vardılar. Bir iki değil, çoktular. İnsandılar. Görünürlük kazanıyorlardı. Görünürlükten güç geliyordu.

İnkar edemeyince korktuk. Korkudan nefret doğdu. Nefretin bir taraftan ötekine geçişi an meselesi zaten. İnsanın doğasında vardır ben ve öteki ayrımı. Birisi ayrışma tohumu atmayagörsün, hemen zokayı yutarız.

Oluruz ben ve öteki. Benim olmadığım herşey öteki olur. Ben insan öteki hayvan olur. Öteki düşman olur. Dünya dost ve düşman diye ikiye bölünür.

Gökten 3 elma düşer.

Birini nefret, birini korku birini şiddet yer.

Birileri de oturur bu oyunu keyifle seyreder.

Peki siz?

Hala bu oyunda rol mü alıyorsunuz?

TOKAT gibi ZITLAŞMA

Foto: Konstatine Sparis


İstanbul’a her gelişimde yüzüme tokat gibi çarpan bir şey var: 
İnsanların zıtlaşması. 
Nasıl kanıksanmış, nasıl da alışkanlık haline gelmiş aka kara ile cevap vermek! Günlük hayatın küçük küçük adımlarında, iki laf arasında, hatta hal hatır sormalarda zıtlaşmak sanki iletişimin tabiatı.
 
Tayland’dan döndüğümde, altı aylık bir aradan sonra –ki ilk defa Türkiye’den bu kadar uzun süre ayrı kalıyordum- ne olduğunu anlayamadığım ama tokat etkisini hemen hissettiğim bu zıtlaşma beni ağır bir bunalıma sürüklemişti. Sonraki yıllarda da her yurda dönüşümde aynı bunalıma düşmem, ayrı iken unuttuğum zıtlaşma alışkanlığının karşıma dikilivermesinden biraz da.
 
Daha pasaport kontrolünde huzursuzluk başlıyor. Çifte pasaport halini sanki suçmuş gibi hissettiren bir görevli, ardından bagaj arabasını serbest bıraktıracak bozuk paramın cebimde bulunmayışını yadırgayan bir diğeri…
 
Evde bir başka hikaye. Yüzün sarı, saçın beyaz, kaburgaların ortada. İşte makarna-ekmek yemezsen böyle olur. Bir de etsizlik. Herkes beslenme uzmanı. O saatte kalkacaksın, bu saatte yatacaksın? 
 
Yahu bırakın halime.
 
Eskiden yurda döndüm diye bunalıma girdiğimde, halden anlayan  eş dost derdi ki, “takma kafana, onlar seni sevdiklerinden öyle diyorlar”. Ben artık buna pek de inanmıyorum. Herkesin beni sevdiğinden bir şüphem yok ama ettikleri laflar o sevgiden değil, illet olduğum zıtlaşma alışkanlığından. Ve daha acıklısı biliyorum ki aslında bütün herkes iletişim kurmaya çalışıyor. Maalesef çoğunluğun alışık olduğu iletişim tarzı zıtlaşmak, polemiğe girmek, tartışma ortamı yaratmak ülkemizde. (Örnekler için hemen televizyonunuzu açabilirsiniz, ben daha cesaret edemedim.) 
 
Yanımda Yunanlı bir damat gezdirince şimdi, insanların zıtlaşma üzerinden kurmaya çalıştıkları iletişimi daha bir net gözlemleyebiliyorum. Nişantaşında ben arabayı park ederken, Konstantin beni City’s alışveriş merkezinin önünde bekliyor. City’s valelerinden biri o arada yaklaşıp ‘nerelisin birader’ muhabbetine giriyor. Yunanistan’ı duyar duymaz, vale, bilmediği ingilizcesi ile nasıl yapıyorsa yapıyor Kokia’ya ‘’bitti oğlum, bitti Yunanistan, beş yıla kalmaz senin ülke kaput’’ demeyi beceriyor.
 
Diyebilirsiniz ki aman işte şanssızlık, ona da böylesi denk gelmiş. Yakın arkadaşlarımı eşim ile tanıştırdığımda, ilk espri olarak ‘’Ege adaları bizim haa’’ diye lafa girenler var. Babam bile, tanışmalarının beşinci dakikasında, havaalanından eve giderken arabada Kıbrıs’ın işgalini haklı çıkaracak bir liste sunmuştu Kokia’ya.
 
Yahu bunun sırası mı? Ne gerek var şimdi? Ege adaları arkadaşlarımın,  Kıbrıs sorunu babamın ne kadar umurunda? İki taraf arasında iyi bir ilişki kurulmasından daha mı önemli?
 
Sonra bir de ‘’damat daha hala Türkçe konuşmuyor mu?’’ sorusu var. Yahu size ne? Bana kimse Yunanistan’da ne zaman Rumca konuşacağımı sormuyor. Burada iki lafın biri, “eh öğrensin ama artık”. Sanki bizim bey Türkçe öğrense, Türklere yarayacak. Bu şaka yollu olarak söylense de, şakanın kişisel bir yokluğa işaret etmesi can yakıyor, ne gerek var ki diye düşündürtüyor.
 
Yani neyin varsa o olmasın, neyin yoksa eh artık olsun o ama.
Bekarsan,  aaa evlen ama artık. Evliysen de çocuksuz isen –hele hele bir seçim olarak çocuksuz isen- eh hadi yapın artık bir tane. Yersiz yurtsuz gezgin isen, eh sen de yerleş artık bir yere. Yerine yurduna yerleşmiş ise çık, gez dolaş biraz, pinekleme. Hep verilecek bir zıt cevap var.
 
Üzülerek söylüyorum ki ben böyle bir zıtlaşma pratiğini Türkiye’den başka yerde görmedim. Mağdur kişi kompleksimizden mi, jeopolitik sebeplerden mi ne, tehdit altındayız sanki biz burada hep. Aman defans, aman o vurmadan ben bir tane indireyim. Şakalarımız bile zıtlık temelli. Vallahi dünyanın başka yerlerinde zıtlaşmadan da ilişki kuruyor insanlar. Gülümseyerek, nezaket ile, hoşgörü ile, nasıl cevap yetiştirsem de üste çıksam diye düşünmeden.
 
Bu zıtlaşma alışkanlığımız her geldiğimde vallahi tokat gibi yüzüme çarpıyor.
 
 

İNCE ŞİDDET

Bugün aklımda bir iki bir şey var. Yoğurmadan öylecene buraya yığacağım. Bakalım ne çıkacak? 

Bir tanesi yoganın ahimsa prensibi ile ilgili. Ahimsa şiddetsizlik anlamına geliyor. Onu bunu dövmemek, öldürmemek, yaralamamak…Ama zaten ben ve siz sevgili okurlar ahimsanın bu yakasından değiliz. Kimselere zarar vermeden yaşıyoruz biz. Hatta bazılarımız et bile yemiyoruz ki hayvancıklar acı çekmesin.

Öyle mi? Yoksa şiddetten uzak yaşadığımıza inandığımız anda, kendi şiddetimize gözlerimizi kapatıyor muyuz? Karısını, çocuklarını döven adamdan daha kör olabilir miyiz kendi hayatımızdaki şiddete karşı?  Kaba şiddeti tanımak ve onu ötekine ait bir şey olarak görmek kolay. Ama bir de ince şiddet var. Kaba ve ince şiddet birbirlerinden gün ve gece gibi farklı iki şey olmayabilir.

Benim hayatımdaki şiddet inceden işliyor.

İnce şiddet en çok iletişimde kendini gösteriyor.  Konuşurken kullandığımız sözcüklerde, tonlamalarda, emir kiplerinda, teşekkürsüz, lütfensiz cümlelerde…Veya haz etmediğimiz bir insandan herif/karı diye bahsetmederken Veya dalga geçerken… Dalga geçmek, karşılıklı gülüşülse bile iletişimin merkezi haline geldiğinde iki insan arasındaki bağı zayıflatıyor. İnsanın kendisi veya arkadaşı, sevgilisi, eşi ile dalga geçmesi inceden bir şiddet gösterisi. Özellikle de iletişimde alışkanlık haline geldi ise.


Şiddet başka insanlarla kurduğumuz iletişimin yanısıra kendi kafamızın içindeki monologlarda kullandığımız sözcüklerde de hayat buluyor. Birisini kafada hıyar, ya da angut bellemek mesela, o kimseyi olduğu gibi görmemizi imkanız kılıyor. Kafada yaftayı yapıştırdığımız anda o insan ile iletişimi koparıyoruz. Bu insanı hiç tanımıyor olabiliriz. (ki genelde tanımadıklarımıza yaftayı yapıştırmak en kolayı.) Tanımadığımız insana yapıştırdığımız yafta onu duymamıza engel oluyor. O insan o sırada kendini ifade etmeye çalışsa da bir defa bağlantıyı kopardık mı ou yeniden kurmamız güçleşiyor. Çünkü artık dinlemiyoruz. 

Richard Freeman ne diyor? Yoga begins with listening. Yoga dinlemekle başlar. Kafamızdaki etiketleri soyup dinleyebiliyor muyuz insanları? Ben biliyorum ki zorlanıyorum.

Dün arkadaşım Aisha ile ilişkiler üzerine konuşuyorduk: Kendi yoga hocasının bir sözünü tekrarladı. Yeni bir ilişkiye başlarken, sevgilinizin size değil, diğer insanlara (özellike hayatında önemli yeri olmayan bakkal, taksi şoförü, banka memuru, havaalanı görevlisi, hademe, kapıcı gibi insanlara) nasıl davrandığına bakın dermiş Aisha’nın hocası. Çünkü gün gelip de artık sizi etkilemek gibi bir amacı olmadığında size davranışı da aynen böyle olacaktır. Çok beğendim bu sözü. Sizinle paylaşmak istedim. 

Kim olduğu mühim değil, bir eski sevgilim bana ne kadar şekerse, taksi şoförlerine ve garsonlara o kadar ters idi. Ruhunu kasıp kavuran öfkesini oradan çıkarmam gerekirdi ama kendi sıramı beklemem lazımmış. Davranışlarımızı şekillendiren inceden şiddeti kendimizde de sevdiklerimizde tanımaya direniyoruz. Orası kesin. 

İçimizdeki varlığını inkar etmeyi alışkanlık edindiğimiz bir diğer şey de öfke. Öfke şiddetin bir numaralı motivasyon kaynağı. Dalga geçen, ha babam birbirini babalayan arkadaşlar pasif agresyon içinde kıvranırken, direksiyon başındaki diğer bütün şoförlere ana avrat küfreden kişi de öfkesini kendi arabasının içinde patlatmaktan başka bir şe
y yapmıyor.  Şiddete maruz kalan kendisi ve arabanın içindeki diğer yolcular…Bir de kendisini kuzu gibi gören öz-öfkesine kör arkadaşlarımız var. Karnına şöyle bir dokunduğunuzda göz yaşlarına boğulan, öfkeyi ötekileştirenler.

Foto: Kokia Sparis
Memleketimizde öfkelenmek, kontrolden çıkmak gibi ince ya da kaba şiddet olağan şeylermiş gibi algılanıyor. Bizi bekleten bir garsona çıkışmayı ya da sıramızı kapan bir akıllıya haddini bildirmeyi kendimize görev biliyoruz. Duygusallaşmadan (öfkelenmeden) rahatsızlığımı dile getirmek aklımıza bir türlü gelmiyor. İnce şiddet böyle böyle kalınlaşıp da iş sevgilimizi elektrikli testere ile kesmeye varınca da hayrete düşüyoruz. 

”Kontrolü kaybetmek” meşru bir durum olarak kabul edildikçe şiddetten özgürleşmek mümkün mü? 

Bu kontrolü kaybetme halinin meşruluğu sadece öfke olarak değil, başka duyguların ipinin ucunun kaçırılması olarak da düşünülebilir. İsteri krizi, ağlama, duygu sömürüsü ve ısrar ile diğerine istediğini yaptırmak (diğerini kontrol altına almak) da şidder sayılmaz mı? Memleketimiz kadın ve erkeklerinden sıkça duyduğumuz ”kendimi kaybetmişim” ifadesi şiddetin sorumluluğunu omuzlarımızdan bir güzel alıp içimizdeki bir canavara devrediyor. Biz de rahatlıyoruz. Oh! 

Şiddet şefkatin tersi. Kendi şiddet anlarımızı tanır ve canavarın başını o anda yakalarsak yerine şefkati koyabiliriz. Canavar sandığımız kadar kontrolümüzü dışında faaliyet gösteren bir şey değil aslında.

Ben şiddeti şefkat ile değiş tokuş edebildiğim anlarda vallahi kendimi bir iki yaş gençleşmiş hissediyorum!!!