Şimdi ben size bu satırları yazarken Portland’da saat sabahın sekizi. Bugün yoga yapmıyorum, dinleniyorum. Yine de 6’da uyandım. Yatakta biraz Madam Bovary’yi okudum. Mahallemizin kitapçısında çok şeker bir baskısını buldum, hem ciltli, hem kırmızı kurdeleden ayracı var, hem de el kadar bir şey. Gözlerimi açmadan ona uzandım. Avuçlarımın içinde tutmayı bile seviyorum.
Bey yanımda kımıldanınca kalktım. Kahve yaptım. Bilgisayarın karşısına geçtim. Kapağını kaldırmamla gürültü patırtı eve doldu. Ne bekliyordum ki? E-postalar, facebook mesajları, tweetler, blogdaki yorumlar. Hepsini birden açmak şart sanki değil mi? Ama bir ben var benden öteye, siber uzaya daldı mı çıkaramıyorum onu oradan. Onu çıkaramadığım gibi ben de peşinden aynı kuyuya iniyorum.
Özlediklerimiz ile iletişim mi kuralım, dünyadan haber mi alalım, beğenilme/onaylanma ihtiyaçlarımızı mı tatmin edelim, karar veremeden o siteden bu siteye, oradan oraya saldırıyor, savruluyoruz. Üstelik daha telefonu açmadık. Kimbilir oradan neler yağacak başımıza?
Sonunda yorgun düştü içimdeki siber uzay canavarı. Aman dedi, hiç bir şey yok işte. O sırada Facebookun kırmızıları yandı yine. Mesaj gelmiş. Saldırdı. Cevap yazarken tweeter da 9 adet tweet belirdi. Noam Chomsky de bilgisayar başında anlaşılan sabah sabah. Onlar okunurken dink dink posta kutusuna bir mektup düştü. Yok mektup değilmiş, birisi dünkü bloga yorum yapmış. Yorumu onaylarken yine bloga gittik.
Bir süre sessizlik oldu. Parmaklarım klavyenin üzerinde şaşkın şaşkın (nereye bassak ki?) dolaşırlarken, aklıma her gece dışarı çıktığımız zamanlar geldi. Gece hayatında büyülü bir şeyler bizi bekliyor olmalıydı, çünkü öyle bir heyecan ve hevesle hazırlanır, daha pazartesiden çarşambanın hayallerini kurmaya başlardık. (ben bir ara ipin ucunu iyice kaçırmıştım, Pazar, Pazartesi akşamları da çıkıyordum) Akşama kadar kendimize gelemediğimiz Perşembe günü boyunca da haftasonunu düşlerdik.
Nihayet haftasonu gelip de “Son bir sigara, son kez aynaya bakıp, kusur istemem artık” diye söyleye söyleye hazırlanıp çıktığımızda, gecenin ortasına doğru ben şöyle bir etrafıma bakınıp deminki boşluğa benzer bir şeyler hissederdim.
Aman hiç bir şey yok işte.
Mete Özgencil’in çok sevdiğim bir parçası vardır. Vazgeç adlı. Şöyle söyler:
sanki dışarısı insan kaynıyor,
sen kendini kandırmaktan vazgeç
sanki de dışarısı sürpriz kaynıyor
sen kendini kandırmaktan vazgeç
Yok işte yok, içerideki boşluğu dışarıdan dolduracak bir sürpriz yok. Bir öğrenemedik gitti bunu. Ben ve benden içeri öteki olan ben. Siber uzay canavarı olan. Zaten yoga yapmadan güne başladığım sabahların devamında gelişen günlerin, başında değilse bile bir noktasında muhakkak o öteki benin yönetimi ele geçiriyor. O günlerde biraz akordum bozuk çıkıyor.
Ama neyse ki yogasız başlayan akordsuz günlerde, bir türlü öğrenemediğim şeyleri yazmak, öğrendiklerimi yazmaktan daha kolay.
Evet, gece hayatında bir sürpriz olmadığını nihayet öğrendik ama siber uzaydan bir tatmin gelmeyeceğini henüz öğrenemedik. Eski Roxy şimdi Facebook oldu. (Bu arada dün aklıma geldi, 1995 yazının üzerinden neredeyse 20 sene geçmiş! Ben hala bir akşam Roxy’ye uğrasam aynı insanları görür, margarita içer, Uma Thurman gibi dans ederim zannediyordum.)
Başka ne öğrenemedik?
Ailemle kavga etmeden diyalog kurmak… Tatatatat! İşte bütün mesele bu, demiş bir bilge kişi. Ailenizin karşısına geçtiğinizde bir yetişkin gibi davranabiliyor musunuz? Onların karşısında çocuklaşıyorsanız, işte, aşkta, okulda, sokakta, sergilediğiniz bütün o yetişkin davranışlarınız numaradan ibaret. İlk çatlakta içinizdeki çocuk tepinerek, mızmızlanarak, küserek (herkesin çocukluğu kendine hastır sonuçta) su yüzüne çıkacatır.
Benim de aileme söylemek istediğim şeyler, ricalarım ve hepimizi ilgilendiren konularda kökten değiştirmemiz gerektiğine inandığım bellki başlı davranış kalıpları var. Başlarını öne eğip, “yapacak bir şey yok, bu ülke böyle, dünyanın düzeni böyle, haksızlık heryerde” dedikleri zaman bende ipler kopuyor.
Sakin sakin onları ikna yoluna gideceğime, avaz avaz bağırıp, ağlamaya başlıyorum. Can çıkar, huy çıkmaz.
Ben bağırınca onlar rahatlayıp gülüyorlar. Hem öfke buhranlarımı çocukluğumdan hatırladıkları için, hem “sen değişemediysen biz nasıl değişelim bu yaşta kızım,” diyecekleri bir alan yarattığım için ve en çok da haklı olduğumu bildikleri konularda artık beni dinlemek zorunda kalmadıkları için. Oh!
Aslında en çok şeyi bir türlü öğrenemediklerimizden öğreniyoruz.
Ben de bu tepkilerimden yola çıkarak kendimle, dünyayla, hayatla ilgili bir sürü şeyin farkına vardım. Mesela ne?
Eh, o da yarına kalsın artık…
Bu arada…Ben bu yazıyı yazmak için interneti kapatmıştım. Bir ben var ya benden içeri, o sabırsızlanıyor yeniden dünyaya bağlanacağız diye. Ne? Yok, artık umursamıyormuş. Eh işte, yazının da yoga gibi bir etkisi oluyor bazen içimde. Öyle bir tatmin ediyor ki, dışarıdaki sürprizler peşinde koşmaya ihtiyaç kalmıyor.
O halde arkası yarın olsun…Sağlıcakla kalın.