Ne Öğrenemedim Şu Yogadan? (3. Bölüm)

Bu yazının başı nerede? 

Şimdi ben size bu satırları yazarken Portland’da saat sabahın sekizi. Bugün yoga yapmıyorum, dinleniyorum. Yine de 6’da uyandım. Yatakta biraz Madam Bovary’yi okudum. Mahallemizin kitapçısında çok şeker bir baskısını buldum, hem ciltli, hem kırmızı kurdeleden ayracı var, hem de el kadar bir şey. Gözlerimi açmadan ona uzandım. Avuçlarımın içinde tutmayı bile seviyorum.

Bey yanımda kımıldanınca kalktım. Kahve yaptım. Bilgisayarın karşısına geçtim. Kapağını kaldırmamla gürültü patırtı eve doldu. Ne bekliyordum ki? E-postalar, facebook mesajları, tweetler, blogdaki yorumlar. Hepsini birden açmak şart sanki değil mi? Ama bir ben var benden öteye, siber uzaya daldı mı çıkaramıyorum onu oradan. Onu çıkaramadığım gibi ben de peşinden aynı kuyuya iniyorum.

Özlediklerimiz ile iletişim mi kuralım, dünyadan haber mi alalım, beğenilme/onaylanma ihtiyaçlarımızı mı tatmin edelim, karar veremeden o siteden bu siteye, oradan oraya saldırıyor, savruluyoruz. Üstelik daha telefonu açmadık. Kimbilir oradan neler yağacak başımıza?

Sonunda yorgun düştü içimdeki siber uzay canavarı. Aman dedi, hiç bir şey yok işte. O sırada Facebookun kırmızıları yandı yine. Mesaj gelmiş. Saldırdı. Cevap yazarken tweeter da 9 adet tweet belirdi. Noam Chomsky de bilgisayar başında anlaşılan sabah sabah. Onlar okunurken dink dink posta kutusuna bir mektup düştü. Yok mektup değilmiş, birisi dünkü bloga yorum yapmış. Yorumu onaylarken yine bloga gittik.

Bir süre sessizlik oldu. Parmaklarım klavyenin üzerinde şaşkın şaşkın (nereye bassak ki?) dolaşırlarken, aklıma her gece dışarı çıktığımız zamanlar geldi. Gece hayatında büyülü bir şeyler bizi bekliyor olmalıydı, çünkü öyle bir heyecan ve hevesle hazırlanır, daha pazartesiden çarşambanın hayallerini kurmaya başlardık. (ben bir ara ipin ucunu iyice kaçırmıştım, Pazar, Pazartesi akşamları da çıkıyordum) Akşama kadar kendimize gelemediğimiz Perşembe günü boyunca da haftasonunu düşlerdik.

Nihayet haftasonu gelip de “Son bir sigara, son kez aynaya bakıp, kusur istemem artık” diye söyleye söyleye hazırlanıp çıktığımızda, gecenin ortasına doğru ben şöyle bir etrafıma bakınıp deminki boşluğa benzer bir şeyler hissederdim.

Aman hiç bir şey yok işte.

Mete Özgencil’in çok sevdiğim bir parçası vardır. Vazgeç adlı. Şöyle söyler:

sanki dışarısı insan kaynıyor, 
sen kendini kandırmaktan vazgeç 
sanki de dışarısı sürpriz kaynıyor 
sen kendini kandırmaktan vazgeç

Yok işte yok, içerideki boşluğu dışarıdan dolduracak bir sürpriz yok. Bir öğrenemedik gitti bunu. Ben ve benden içeri öteki olan ben. Siber uzay canavarı olan.  Zaten yoga yapmadan güne başladığım sabahların devamında gelişen günlerin, başında değilse bile bir noktasında muhakkak o öteki benin yönetimi ele geçiriyor. O günlerde biraz akordum bozuk çıkıyor.

Ama neyse ki yogasız başlayan akordsuz günlerde, bir türlü öğrenemediğim şeyleri yazmak, öğrendiklerimi yazmaktan daha kolay.

Evet, gece hayatında bir sürpriz olmadığını nihayet öğrendik ama siber uzaydan bir tatmin gelmeyeceğini henüz öğrenemedik. Eski Roxy şimdi Facebook oldu. (Bu arada dün aklıma geldi, 1995 yazının üzerinden neredeyse 20 sene geçmiş! Ben hala bir akşam Roxy’ye uğrasam aynı insanları görür, margarita içer, Uma Thurman gibi dans ederim zannediyordum.)

Başka ne öğrenemedik?

Ailemle kavga etmeden diyalog kurmak… Tatatatat! İşte bütün mesele bu, demiş bir bilge kişi. Ailenizin karşısına geçtiğinizde bir yetişkin gibi davranabiliyor musunuz? Onların karşısında çocuklaşıyorsanız, işte, aşkta, okulda, sokakta, sergilediğiniz bütün o yetişkin davranışlarınız numaradan ibaret. İlk çatlakta içinizdeki çocuk tepinerek, mızmızlanarak, küserek (herkesin çocukluğu kendine hastır sonuçta) su yüzüne çıkacatır.

Benim de aileme söylemek istediğim şeyler, ricalarım ve hepimizi ilgilendiren konularda kökten değiştirmemiz gerektiğine inandığım bellki başlı davranış kalıpları var. Başlarını öne eğip, “yapacak bir şey yok, bu ülke böyle, dünyanın düzeni böyle, haksızlık heryerde” dedikleri zaman bende ipler kopuyor.

Sakin sakin onları ikna yoluna gideceğime, avaz avaz bağırıp, ağlamaya başlıyorum. Can çıkar, huy çıkmaz.

Ben bağırınca onlar rahatlayıp gülüyorlar. Hem öfke buhranlarımı çocukluğumdan hatırladıkları için, hem “sen değişemediysen biz nasıl değişelim bu yaşta kızım,” diyecekleri bir alan yarattığım için ve en çok da haklı olduğumu bildikleri konularda artık beni dinlemek zorunda kalmadıkları için. Oh!

Aslında en çok şeyi bir türlü öğrenemediklerimizden öğreniyoruz.

Ben de bu tepkilerimden yola çıkarak kendimle, dünyayla, hayatla ilgili bir sürü şeyin farkına vardım. Mesela ne?

Eh, o da yarına kalsın artık…

Bu arada…Ben bu yazıyı yazmak için interneti kapatmıştım. Bir ben var ya benden içeri, o sabırsızlanıyor yeniden dünyaya bağlanacağız diye. Ne? Yok, artık umursamıyormuş. Eh işte, yazının da yoga gibi bir etkisi oluyor bazen içimde. Öyle bir tatmin ediyor ki, dışarıdaki sürprizler peşinde koşmaya ihtiyaç kalmıyor.

O halde arkası yarın olsun…Sağlıcakla kalın.

Toplumsal İçerikli 4: Bu Hasret Bizim

Bizim devrin devrimi de benliklerin evrimi.

Mücadelemiz önceki devirlerin devrimlerinden farklı. Bizimki bireysel boyutta gelişen bir devrim. Tek tek. Hindistan’da kaldığım aşramda Yoga Felsefesi dersi veren hocamız söylemişti: Bu alemin devranı her bir ruh aydınlanana kadar sürecek. Kısacası herkes er ya da geç ermiş’e varacak. Her insanın özünde iyilik var çünkü. Bazıları o öz ile haşır neşir, bazıları için ise hatlar kopuk. Yine de öz orada orta yerde duruyor. Hatlar tamir olduğunda, her benlik özüne bağlanacak ve bütünlüğün farkına varacak.  Er ya da geç herkes erecek yani.

(Hatırlatın da size bir ara o Hindistan seyahatini anlatayım!)

Önemli bir nokta: Benliklerin evrimi skalasının neresinde durduğumuz diğerine oranla daha üstün veya daha haklı olduğumuzu belirlemiyor. Hatta kendimizi yoga, meditasyon yapıyor, sağlıklı besleniyor, şiddetsiz iletişim dili kullanıyoruz diye diğerlerinden üstün görmeye başlarsak skalada beş derece anguta doğru açı yapıyoruz.

Skalada ermişe yaklaşmak diğerlerine oranla daha mutlu, daha tatminkar, daha tamam hayatlar yaşadığımızın işareti. Zaten  benliğin evrimi skalasında hergün aynı yerde durmuyoruz. Kimbilir neye bağlı olarak bazen anguta, bazen ermişe yakın bir yerde uyanabiliriz bir sabah.

Benliklerin evrimi  skalasındaki yerimizi belirleyen şey ise ilişkilerimiz. Kendimizle ve diğer insanlarla kurduklarımız. Geçenlerde şöyle bir şey okudum: İnsanlara ne kadar saygı gösterdiğinizi anlamak için tanımadıklarınız ile telefonda konuşurkenki tavrınıza bakabilirsiniz.

Kategorik olarak sinir olduğumuz insanlar var ya, hani çağrı merkezlerinde çalışanlar. Hani  bizi kızdırmak, çıldırtmak ve yardım etmek bir yana, hayatlarımızı zorlaştırmak adına kurulmuş bi ordu çağrı merkezi görevlisi…Daha fenası da var. Tele-pazarlama amaçlı arayanlar. İşte onlarla konuşma biçimimize bakıp, içimizdeki sahici sevgi ve saygı pınarı hakkında bilgi sahibi olabilirmişiz. Bu insanların hakkımızdaki düşünceleri zerre kadar önemli değil ya, onlara ağzımıza geleni söyleyebiliyor, onları azarlıyor, eleştiriyor ve hatta telefonu yüzlerine bile kapatabiliyoruz. (Yani ben yapıyorum en azından.)  İşte o konuşmalar benliğin evrimi skalasındaki yerimi gösteriyor.

***

Bir kaç yıl önce annem ve ahbaplarının içinde bulunduğu bir grup ile bir seyahate çıktım. Rehberimiz ben yaşlarda bir Türk, gittiğimiz ülkenin tarihine ve kültürüne özel bir ilgisi ve dolayısı ile bir hayli bilgisi var. Kabul ediyorum ki sempatik bir kişilik değil. Genç erkeklerin egosal kendini kanıtlama derdinden muzdarip. Ve bilgisini bu açığını yamamak için kullanıyor. Dolayısıyla bilgisine (yani gücüne) dair yapılan bir sorgulamama ve/veya karşı-bilgi durumunda kıllanıyor ve defansa geçiyor. Bir klasik. Bence üzerinde durmaya gerek yok.

Ve fakat beni esas şaşırtan içinde bulunduğum grubun, 60 küsur yaşındaki “aydınların” rehber ile girdikleri ego mücadelesi oldu. Boyun damarlarını şişire şişire iddialarını savunmaları, ben haklıyım savaşları, kimin ne dediği anlaşılmayan bir kavganın sonunda otobüste otele dönerkenki bitkin, üzgün ve küskün halleri. Yenilgileri…

Belki de koca bir kuşağın hikayesi.

Dönüş yolunda, havaalanında beklerken rehberimiz ile aynı masada oturmuş kahve içiyorduk. İki haftanın sonunda ilk kez kendi kuşağından birisi ile başbaşa kalmanın etkisi ile mi, yoksa ben mi bir şey dedim hatırlamıyorum, birden çözülüverdi. Yolculuğun onun için ne kadar stresli geçtiğini, kendisini nasıl aşağılanmış hissettiğini, iddialaşmaktan, mücadeleden bitkin düştüğünü anlattı da anlattı. Dokunsam ağlayacak, o kadar gerilmiş.

Konuşmasına ara verince, bir süre sessiz kalıp, duty-free’de can sıkıntılarını gidermek üzere alışveriş yapan grubumuzu seyrettik. Son dakika hediyelerini tamamlama derdine düşmüşlerdi. Bu insanlar benim ailem, diye içimden geçirdim. Evet belki kan bağımız yok ama ben onların elinde büyüdüm. İçimden eleştirsem de, mutsuzluklarının nedeni davranışlarını gözlemlesem de, ben onları kayıtsız şartsız seviyorum. Sevgim onların davranışlarından, inançlarından ve zaaflarından bağımsız. Sevmek hayran olmayı gerektirmiyor.

…diye diye düşüncelere dalmışken rehberimizin kızgın sesi ile silkindim:

”Bunlar mı 68 kuşağı? diyordu. ”Bunlar mı insanlığı kurtaracaklardı? Önce insan olmayı öğrensinler. Kardeşlik, eşitlik hepsi lafta! Önce diğer insanlarla insan gibi  ilişki kursunlar. Üstünlük taslamadan. Yenilgilerine şaşırmamak lazım!”

***

Bir araştırmaya göre insanın en yakınına ve  en uzağındakine tavrı en az maskelenmiş olan kendisini yansıtıyormuş. Ana-babamıza, eşimize, çocuğumuza davranışlarımız ile tele-pazarlama görevlisine davranışlarımızda ortak noktalar varmış. Her iki ilişki de kendimiz ile kurduğumuz ilişkinin aynası imiş.  Arada kalan insanlara ise  sahici kendimizden çok maskemizi göstermeye yatkınız. Ortadakilerin  bizi beğenmesi ve değer vermesi çok yakındakilerden ve en uzaktakilerden daha önemliymiş.

Üniversitede bir hocamız vardı. Sonradan ailesi ile de samimi olmuştuk. Hepberaer yemeğe gittiğimizde kocası bize dert yanardı: ” Yahu siz şu hocanızı  bir de benimle  ile konuşurken duyacaksınız! Size  melek! Bana  gelince cadı cadı! Şu siz öğrencilerin gördüğü muameleyi ömrümde bir defa ben görmedim. ”

Kendileri ile yüzleşmekten korkan insanlar, kendilerini es geçerek başkalarına odaklanıyorlar. Büyük gruplar karşısından fedakar davranıp, yakın ilişkilerinde sert ve yargı dolu olabiliyorlar. Ya da kendilerine bakmamak için bütün enerjilerini başkalarına -çocuklarına, kocalarına- harcayabiliyorlar.

***

Aklım rehberimizin sözlerine gidiyor yine. Ve bizi yetiştiren kuşağın kavgacı tabiatına. Artık 60’lı yaşladını süren 68 kuşağının bugün bile kavgaya ne kadar yatkın olduğu gözümden kaçmıyor. Birbirleri ile, trafikte diğer sürücüler ile, iş yaptıkları insanlar ile kavga etmek normal bir şey onlar için. Mücadelenin yüceltildiği, davaya hizmet etmenin mutlu olmaktan daha önemli olduğu bir devirde gençliklerini yaşadıkları için mi? Kavgalarını doya doya edemedikleri, sindirildikleri, kaçmak zorunda, sürgünde yaşamak zorunda bırakıldıkları için mi? Kimbilir? Sahiden öfkeliler mi yoksa  kavgadan başka iletişim yolu bilmiyorlar mı? Bilmiyorum.

Politika veya toplumsal hareketler ile ilgisi olmayan insanlar bile çağın rüzgarlarından etkileniyor. Biz 60’larda, 70’lerde ve 80’lerde doğanlar, kavganın popüler iletişim dili olduğu ailelerde, toplumlarda büyüdük. Şiddeti bu kadar normal karşılamamız, arka planda kaıp giden ”tartışma” programlarına omuz silkmemiz bu yüzden mi acaba?

Bugün hala annemle kavgamız toplumsal/bireysel ideal üzerine. Annem benim ideallerimi -kendime mutlu, sağlıklı ve tatminkar bir hayat sağlamak- küçük ve egoist buluyor. Onun gözünde toplumu geliştirmek amacı ile kullanılmayan bir hayat ziyan edilmiş bir hayat. Ben ise diyorum ki kendini iyileştirmekten aciz, kendi çocuğun ile ilişki kurmaktan muzdarip isen, o büyük davanın hepsi yalan. İnsanlığı seviyorsan, önce kendinden başlamalısın.

Yine geldik mi aynı noktaya: Private is political.

***

Oya Baydar’ın kitaplarından birindeydi. Eski solcu iki arkadaş bir tanesinin evinde sohbet ediyorlar. Eski günlerden, “kavga”dan, yenilgiden, düş kırıklıklarından, umuttan bahsediyorlar. Onlar konuşurken eve bir tanesinin kızı giriyor. 20’li yaşlarında alev kırmızısı saçlı, canlı, heyecanlı bir genç kadın. Çoşku ile onlara kendi hayatına dair bir şeyler anlatıyor. Kendini geliştirmekten, kendini büyütmekten ve özgürlükten söz ediyor. Kişisel, toplumsal, ailesel kısıtlamaların ötesinde insanın özünü keşfedebileceğini ve o sahici ben olma mücadelesinin esas devrim olduğunu  anlatıyor.

Orta yaşlı iki eski devrimci anne alev saçlı genç kadını dinlerken yeni kuşağın devrimini kavrıyorlar. İnsanlığın salt kendisini dönüştürmeye baş koymuş bireylerin liderliğinde ilerleyebileceğini, mutlu olmayı kendine amaç eden insanların hakimiyetinde haksızlığın sona erebileceğini anlar gibi oluyorlar. Bu devrimin bir günden diğerine gerçekleşecek  bir şey olmadığını, bir değil bir çok genç kuşağın önünde yenilgilerle dolu çok uzun bir yol olduğunu görüveriyorlar.

Okurken anladım ki o kız bendim.

Benliklerin evrimi bizim devrimimiz. Bizim devrin devrimi. Herkes kendi evriminden sorumlu. Bizim devrimde amacımız skaladaki yerimizi ermişe doğru taşımak. Herkesin mücadelesi kendine. Ütopyamız ermişlerin hakimiyetinde bir yeni dünya düzeni. Davamız kendimize mutlu, tatminkar, sağlıklı yaşamlar kurmak…

Ve

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür,

Ve bir orman gibi kardeşcesine

Bu hasret bizim.

TOKAT gibi ZITLAŞMA

Foto: Konstatine Sparis


İstanbul’a her gelişimde yüzüme tokat gibi çarpan bir şey var: 
İnsanların zıtlaşması. 
Nasıl kanıksanmış, nasıl da alışkanlık haline gelmiş aka kara ile cevap vermek! Günlük hayatın küçük küçük adımlarında, iki laf arasında, hatta hal hatır sormalarda zıtlaşmak sanki iletişimin tabiatı.
 
Tayland’dan döndüğümde, altı aylık bir aradan sonra –ki ilk defa Türkiye’den bu kadar uzun süre ayrı kalıyordum- ne olduğunu anlayamadığım ama tokat etkisini hemen hissettiğim bu zıtlaşma beni ağır bir bunalıma sürüklemişti. Sonraki yıllarda da her yurda dönüşümde aynı bunalıma düşmem, ayrı iken unuttuğum zıtlaşma alışkanlığının karşıma dikilivermesinden biraz da.
 
Daha pasaport kontrolünde huzursuzluk başlıyor. Çifte pasaport halini sanki suçmuş gibi hissettiren bir görevli, ardından bagaj arabasını serbest bıraktıracak bozuk paramın cebimde bulunmayışını yadırgayan bir diğeri…
 
Evde bir başka hikaye. Yüzün sarı, saçın beyaz, kaburgaların ortada. İşte makarna-ekmek yemezsen böyle olur. Bir de etsizlik. Herkes beslenme uzmanı. O saatte kalkacaksın, bu saatte yatacaksın? 
 
Yahu bırakın halime.
 
Eskiden yurda döndüm diye bunalıma girdiğimde, halden anlayan  eş dost derdi ki, “takma kafana, onlar seni sevdiklerinden öyle diyorlar”. Ben artık buna pek de inanmıyorum. Herkesin beni sevdiğinden bir şüphem yok ama ettikleri laflar o sevgiden değil, illet olduğum zıtlaşma alışkanlığından. Ve daha acıklısı biliyorum ki aslında bütün herkes iletişim kurmaya çalışıyor. Maalesef çoğunluğun alışık olduğu iletişim tarzı zıtlaşmak, polemiğe girmek, tartışma ortamı yaratmak ülkemizde. (Örnekler için hemen televizyonunuzu açabilirsiniz, ben daha cesaret edemedim.) 
 
Yanımda Yunanlı bir damat gezdirince şimdi, insanların zıtlaşma üzerinden kurmaya çalıştıkları iletişimi daha bir net gözlemleyebiliyorum. Nişantaşında ben arabayı park ederken, Konstantin beni City’s alışveriş merkezinin önünde bekliyor. City’s valelerinden biri o arada yaklaşıp ‘nerelisin birader’ muhabbetine giriyor. Yunanistan’ı duyar duymaz, vale, bilmediği ingilizcesi ile nasıl yapıyorsa yapıyor Kokia’ya ‘’bitti oğlum, bitti Yunanistan, beş yıla kalmaz senin ülke kaput’’ demeyi beceriyor.
 
Diyebilirsiniz ki aman işte şanssızlık, ona da böylesi denk gelmiş. Yakın arkadaşlarımı eşim ile tanıştırdığımda, ilk espri olarak ‘’Ege adaları bizim haa’’ diye lafa girenler var. Babam bile, tanışmalarının beşinci dakikasında, havaalanından eve giderken arabada Kıbrıs’ın işgalini haklı çıkaracak bir liste sunmuştu Kokia’ya.
 
Yahu bunun sırası mı? Ne gerek var şimdi? Ege adaları arkadaşlarımın,  Kıbrıs sorunu babamın ne kadar umurunda? İki taraf arasında iyi bir ilişki kurulmasından daha mı önemli?
 
Sonra bir de ‘’damat daha hala Türkçe konuşmuyor mu?’’ sorusu var. Yahu size ne? Bana kimse Yunanistan’da ne zaman Rumca konuşacağımı sormuyor. Burada iki lafın biri, “eh öğrensin ama artık”. Sanki bizim bey Türkçe öğrense, Türklere yarayacak. Bu şaka yollu olarak söylense de, şakanın kişisel bir yokluğa işaret etmesi can yakıyor, ne gerek var ki diye düşündürtüyor.
 
Yani neyin varsa o olmasın, neyin yoksa eh artık olsun o ama.
Bekarsan,  aaa evlen ama artık. Evliysen de çocuksuz isen –hele hele bir seçim olarak çocuksuz isen- eh hadi yapın artık bir tane. Yersiz yurtsuz gezgin isen, eh sen de yerleş artık bir yere. Yerine yurduna yerleşmiş ise çık, gez dolaş biraz, pinekleme. Hep verilecek bir zıt cevap var.
 
Üzülerek söylüyorum ki ben böyle bir zıtlaşma pratiğini Türkiye’den başka yerde görmedim. Mağdur kişi kompleksimizden mi, jeopolitik sebeplerden mi ne, tehdit altındayız sanki biz burada hep. Aman defans, aman o vurmadan ben bir tane indireyim. Şakalarımız bile zıtlık temelli. Vallahi dünyanın başka yerlerinde zıtlaşmadan da ilişki kuruyor insanlar. Gülümseyerek, nezaket ile, hoşgörü ile, nasıl cevap yetiştirsem de üste çıksam diye düşünmeden.
 
Bu zıtlaşma alışkanlığımız her geldiğimde vallahi tokat gibi yüzüme çarpıyor.
 
 

İNCE ŞİDDET

Bugün aklımda bir iki bir şey var. Yoğurmadan öylecene buraya yığacağım. Bakalım ne çıkacak? 

Bir tanesi yoganın ahimsa prensibi ile ilgili. Ahimsa şiddetsizlik anlamına geliyor. Onu bunu dövmemek, öldürmemek, yaralamamak…Ama zaten ben ve siz sevgili okurlar ahimsanın bu yakasından değiliz. Kimselere zarar vermeden yaşıyoruz biz. Hatta bazılarımız et bile yemiyoruz ki hayvancıklar acı çekmesin.

Öyle mi? Yoksa şiddetten uzak yaşadığımıza inandığımız anda, kendi şiddetimize gözlerimizi kapatıyor muyuz? Karısını, çocuklarını döven adamdan daha kör olabilir miyiz kendi hayatımızdaki şiddete karşı?  Kaba şiddeti tanımak ve onu ötekine ait bir şey olarak görmek kolay. Ama bir de ince şiddet var. Kaba ve ince şiddet birbirlerinden gün ve gece gibi farklı iki şey olmayabilir.

Benim hayatımdaki şiddet inceden işliyor.

İnce şiddet en çok iletişimde kendini gösteriyor.  Konuşurken kullandığımız sözcüklerde, tonlamalarda, emir kiplerinda, teşekkürsüz, lütfensiz cümlelerde…Veya haz etmediğimiz bir insandan herif/karı diye bahsetmederken Veya dalga geçerken… Dalga geçmek, karşılıklı gülüşülse bile iletişimin merkezi haline geldiğinde iki insan arasındaki bağı zayıflatıyor. İnsanın kendisi veya arkadaşı, sevgilisi, eşi ile dalga geçmesi inceden bir şiddet gösterisi. Özellikle de iletişimde alışkanlık haline geldi ise.


Şiddet başka insanlarla kurduğumuz iletişimin yanısıra kendi kafamızın içindeki monologlarda kullandığımız sözcüklerde de hayat buluyor. Birisini kafada hıyar, ya da angut bellemek mesela, o kimseyi olduğu gibi görmemizi imkanız kılıyor. Kafada yaftayı yapıştırdığımız anda o insan ile iletişimi koparıyoruz. Bu insanı hiç tanımıyor olabiliriz. (ki genelde tanımadıklarımıza yaftayı yapıştırmak en kolayı.) Tanımadığımız insana yapıştırdığımız yafta onu duymamıza engel oluyor. O insan o sırada kendini ifade etmeye çalışsa da bir defa bağlantıyı kopardık mı ou yeniden kurmamız güçleşiyor. Çünkü artık dinlemiyoruz. 

Richard Freeman ne diyor? Yoga begins with listening. Yoga dinlemekle başlar. Kafamızdaki etiketleri soyup dinleyebiliyor muyuz insanları? Ben biliyorum ki zorlanıyorum.

Dün arkadaşım Aisha ile ilişkiler üzerine konuşuyorduk: Kendi yoga hocasının bir sözünü tekrarladı. Yeni bir ilişkiye başlarken, sevgilinizin size değil, diğer insanlara (özellike hayatında önemli yeri olmayan bakkal, taksi şoförü, banka memuru, havaalanı görevlisi, hademe, kapıcı gibi insanlara) nasıl davrandığına bakın dermiş Aisha’nın hocası. Çünkü gün gelip de artık sizi etkilemek gibi bir amacı olmadığında size davranışı da aynen böyle olacaktır. Çok beğendim bu sözü. Sizinle paylaşmak istedim. 

Kim olduğu mühim değil, bir eski sevgilim bana ne kadar şekerse, taksi şoförlerine ve garsonlara o kadar ters idi. Ruhunu kasıp kavuran öfkesini oradan çıkarmam gerekirdi ama kendi sıramı beklemem lazımmış. Davranışlarımızı şekillendiren inceden şiddeti kendimizde de sevdiklerimizde tanımaya direniyoruz. Orası kesin. 

İçimizdeki varlığını inkar etmeyi alışkanlık edindiğimiz bir diğer şey de öfke. Öfke şiddetin bir numaralı motivasyon kaynağı. Dalga geçen, ha babam birbirini babalayan arkadaşlar pasif agresyon içinde kıvranırken, direksiyon başındaki diğer bütün şoförlere ana avrat küfreden kişi de öfkesini kendi arabasının içinde patlatmaktan başka bir şe
y yapmıyor.  Şiddete maruz kalan kendisi ve arabanın içindeki diğer yolcular…Bir de kendisini kuzu gibi gören öz-öfkesine kör arkadaşlarımız var. Karnına şöyle bir dokunduğunuzda göz yaşlarına boğulan, öfkeyi ötekileştirenler.

Foto: Kokia Sparis
Memleketimizde öfkelenmek, kontrolden çıkmak gibi ince ya da kaba şiddet olağan şeylermiş gibi algılanıyor. Bizi bekleten bir garsona çıkışmayı ya da sıramızı kapan bir akıllıya haddini bildirmeyi kendimize görev biliyoruz. Duygusallaşmadan (öfkelenmeden) rahatsızlığımı dile getirmek aklımıza bir türlü gelmiyor. İnce şiddet böyle böyle kalınlaşıp da iş sevgilimizi elektrikli testere ile kesmeye varınca da hayrete düşüyoruz. 

”Kontrolü kaybetmek” meşru bir durum olarak kabul edildikçe şiddetten özgürleşmek mümkün mü? 

Bu kontrolü kaybetme halinin meşruluğu sadece öfke olarak değil, başka duyguların ipinin ucunun kaçırılması olarak da düşünülebilir. İsteri krizi, ağlama, duygu sömürüsü ve ısrar ile diğerine istediğini yaptırmak (diğerini kontrol altına almak) da şidder sayılmaz mı? Memleketimiz kadın ve erkeklerinden sıkça duyduğumuz ”kendimi kaybetmişim” ifadesi şiddetin sorumluluğunu omuzlarımızdan bir güzel alıp içimizdeki bir canavara devrediyor. Biz de rahatlıyoruz. Oh! 

Şiddet şefkatin tersi. Kendi şiddet anlarımızı tanır ve canavarın başını o anda yakalarsak yerine şefkati koyabiliriz. Canavar sandığımız kadar kontrolümüzü dışında faaliyet gösteren bir şey değil aslında.

Ben şiddeti şefkat ile değiş tokuş edebildiğim anlarda vallahi kendimi bir iki yaş gençleşmiş hissediyorum!!!