Havalar burada da rahatımızı kaçıracak kadar ısındı. Artık havalandırmalı iç mekanlardan çıkmıyoruz. Bizim ev mağara gibi kuytu olmasına rağmen orada bile duramıyoruz. Yine Fresh Pot’a geldik. Yine ayrı masalarda oturuyoruz. Bey bir kirpi kitabı okuyor, ben bir saatlik yazma vardiyasındayım. Konuşmuyoruz. Diğer masalarda oturanlar bizim karı-koca olduğumuzu ve hatta tanıştığımızı bile bilmiyorlar. Bilemezler, anlayamazlar. Pekiyi, ben niye böyle neşeleniyorum bunu düşündükçe?
Kafelerde yalnız oturmayı pek sevdiğimi anlamışsınızdır.
Peki arada sırada restoranlara gidip tek başıma yemek yediğimi de biliyor musunuz? Ve bundan çok zevk aldığımı? Bu erkeklerin daha kolay yaptıkları ama galiba kadınların biraz çekindikleri bir davranış. Tek başına bir lokantaya gidip yemek ısmarlamak yani. Ben bir sonraki hayatıma erkek olarak gelmeyi planlıyorum. Şimdiden siparişi verdim. Heyecanla bekliyorum!
***
İnsanların grup olarak yemek yemeleri antropolojik bir olgu. Hayvanlarda sofraya oturmak, beraber başlamak, lokmalar arasında sohbet etmek gibi mevhumlar yok malum. Yemek zevkini paylaşmak insana özgü. Tek başına yemek yiyen insanlara acımamız belki de bir içgüdü aslında. Belki de bir alışkanlık…Çünkü o tek başına yiyen insan ben olduğumda kendimi öyle dengede, öyle sakin hissediyorum ki!
Yemek yerken konuşmak bazen beni zorluyor. Konuşmanın beni zorladığı ortamlar ve durumlar gani gani zaten hayatımda. Ben de bir çok balık kardeşim gibi normali sessizlik olan bir yapıya sahibim. Gerekmedikçe konuşmam, bağ kuracağım diye “small talk” yapmam, bana havadan sudan bahsedildiğinde ne yapacağımı bilemez, kuru-kısa cevaplarla olayı geçiştirmeye çabalarım.
Belki de bu sessiz alt yapı sebebi ile beni tanımayanlar ve az tanıyanlar tarafından ‘soğuk’ olarak bilinirim. Beni üniversitedeki asistanlığım zamanından bilen bir öğrenci, Mavi Orman’ı bitirdikten sonra yazdığı bir notta okuldan bildiği Defne ile okuduğu Defne arasında dağlar kadar fark olduğunu bildirmişti. Zaten soğuk diye bildiğimiz insanlar illa ki yargıcı, snob, kendini beğenmiş olmak zorunda değiller. Muhtemelen değiller de. Ya utangaçlar ya da sessizliği boş muhabbete tercih ediyorlar, alt yapıları sessizlik bazında olduğundan konuşmadıklarında daha kolay bağ kuruyorlar. Dikkat ettiyseniz, soğuk diye bildiklerimiz rahat bir ortamda, kendilerini besleyen bir konu konuşuluyorsa muhabbete can-ı gönülden katılabiliyorlar.
En güç olan sabah muhabbetleri. Ders vermek değil de karşılıkı konuşmak. Zaten günaydını bile ağzımdan kerpetenle alırsınız becerebilirseniz. Yataktan fırladım mı kaçarım, ilk dersime kadar tek kelime etmem, dersin sonuna kadar sorulan sorulara cevap da verdiğim pek olmaz. Telefonum öğlene kadar kapalı durur. Mümkünse telefonum gibi ağzımı da öğlene kadar açmamayı tercih ederim.
Sessizlik alt yapısında faaliyet gösteren diğer insanlar gibi ben de konuşurken ve dinlerken başka bir şey pek yapamam. Müzik dinleyemem mesela. Ya da ya müzik dinlerim, ya da konuşurum. Bir şey söyleyeceğim zaman önce müziği kaptamak ihtiyacını duyarım. Odada televizyon, radyo gibi başka insanların konuştuğu sahalar açık ise ağızımı açıp da bir şey söylemek aklıma dahi gelmez, bana söyleyenenleri anlamakta zorlanırım. Ezan okunurken de otomatiktman susar, hala konuşabilenlere de şaşarım.
Hal bu olunca hem yemek yiyip hem konuşmak zor gelir. Dikkatimi ya birine ya da diğerine verebilirim ancak. İşte bu yüzden ancak tek başıma bir lokantaya gittiğim zamanlarda yemeğimin tadına varabilirim.
***
Tayland’da yaşadığım yıllarda her öğlen kendi başıma papaya salatası ve sticky rice yemeğe nehir kenarıdaki salaş bir lokantaya giderdim. Benim tek başıma bir masada oturup da yemeğimi yemem, diğer masalarda oturanların tuhafına giderdi. Beni tanımalsalar bile halime üzülüp, sofralarına davet ettikleri bile olmuştu. Onlara anlat anlatabilirsen tek başına yemeğin zevkini! Neyse bir ara Zeyno geldi de dönüp dönüp bana bakmaktan yemeklerini yiyemeyen Tai aileleri önlerine döndüler.
Sonra vippasana meditasyonu için Chiang Mai’de 10 günlüğüne bir Budist manastıra kapandım. Kimse ile konuşmadığım o on gün boyunca kendimi açık sularda yüzen bir balık gibi yuvamda hissettim. 80 kişi uzun masalarda hep beraber yemek yiyor ama gözgöze bile gelmiyorduk. İçe doğru giden ilk kapı ağızlar konuşmaya kapanınca açılıyor çünkü! İnsanın kendini ve fikirlerini diğerlerine ifade etme ihtiyacından arınması nasıl büyük bir rahatlama getiriyor inanamazsınız!
11.gün ekstazi atmış misali bir mutluluk dalgasının kucağında eve dönerken, dünyadaki her insan bu zevki bir defa tatmalı, herkes bir on gün Vippasana yapmalı, kimse bu zevkten mahrum kalmamalı, hayat bu mutluluk tadılmadan tam sayılmaz ki diye sayıkladığımı hatırlıyorum. Eve varıp da, kursun ne kadar harika geçtiğini Panço’ya anlatmak üzere ağzımı açtığım akşam ateşim çıktı, yediğim herşeyi kustum ve bir hafta hasta yattım. Sohbet zehirlenmesi dediler. Olurmuş.
***
İlk hocalık eğitimim için New Meksixo’ya gittiğimde de tam tersi bir biçimde zehirlendim! 40 kadar yoga öğrencisi ile bir mekanda kalıyor ve yine beraber yediğimiz yemeklerimiz sırasında konuşmuyorduk. Ben yine bu düzenden çok memnun kalırım diye tahmin ederken, hiç beklemediğim bir bunalımın içinde buldum kendimi. Bir gün, iki gün, üç gün geçti. Yoga yapıyoruz, anatomi, Sanskrit dersleri, sabah erken meditasyon filan…Kendimi gittikçe iyi hissetmem gerekirken (yani ben öyle olması gerektiğini düşünürken) bunalıma batıyorum da batıyorum. Bir sabah meditasyonu sırasında ağlama nöbetine tutuldum. Yaşlar sağnak yağış halinde öğlene kadar aktılar da aktılar…
Öğle yemeği sırasında meditasyon hocamız Eliza beni masasına davet etti. Karşılıklı sessizce yemeğimizi bitirdikten sonra konuşmaya başladı. Teşhisi too much alone time zehirlenmesi idi. Aşırı doz tekbaşınalık. Arada sırada insanın kendi kendine kalması, iç dünyasını seyredalması, yemeğini yalnız yemesi, bunlar ruhu besleyen şeylerdi kesinlikle ama dozunda yapıldığında. Benim sessizlik tutkum çoktan bağımlılığa dönüşmüş ve artık ruhumu zehirlemeye başlamıştı.
Hocalık eğitiminden Portland’a dönünce ‘her yemekte bir arkadaş’ programına başladım. Yemeğimi evde bile yesem bir arkadaşımı davet ediyor, öğlene kadar koruduğum sessizliğimi yemekler sırasında çözüyordum. Bunalım tez zamanda buhar oldu gitti. Sonra da Kokia hayatıma girdi, beraber yemek yemek ilişkimizin rutinine yerleşti. Şimdilerde sabahları 11’e kadar kendi başıma yoga, yoga dersi, kahve, kitap vs saati geçiyorum. 11’de evde kahvaltı/öğle yemeği arası bir öğün yiyoruz. Akşam üstü güneş batmadan bir öğün daha yemek için bir araya geliyoruz yine. Beslenme uzmanız Yasemin Ağazat’a göre de çiftlerin beraber yemek yemesi ilişkinin beslenmesi için mühim bir şey.
Ama bu demek değil ki kaçamaklar yapmayacağız. Dün mesela, Vietnam lokantası Pho Van’ın serin sessizliğinde koca bir çanak vejeteryen çorbanın sebzelerini ağır ağır çiğnerken tek başıma idim. Freedom kitabım yanımda açıktı ama okumadım. Oysa sürükleyici bir kitap. Onun yerine gözlerimi boşluğa dikip damağımdaki lezzetler geçidini seyredaldım. Kalktığımda öyle bir doymuştum ki bu sabaha kadar bir daha yemek yeme ihtiyacını hissetmedim. Lokmaların yüzde yüz farkındalığı bende bir de böyle bir tatmin etkisi yaratıyor.
Siz de bir deneyin. Tahminimce tatmin olacaksınız!
Sohbet zehirlenmesi, too much alone time zehirlenmesi, her yemekte arkadas programı:))İnsanın, insan arayış-insandan kacis parabolunun dönüm noktalarını ne guzel adlandirmissin.
zevkle okudum.
Defne anlattıkların çok yoğun biçimde insana dair konular. Düşünüyoruz fazlasıyla ama bahsetmiyoruz, birisi karşımıza çıkıp belli bir süre yalnız kalmanın, yalnız yemek yemekten yalnız olmaktan bahsedince de kendimizden birşeyler buluyoruz. Identification, özdeşleşme veya herneyse o oluyor.
Ben sinemada da benzer hisler içinde olmuşumdur. Yanında birisi varken filme tam anlamda yoğunlaşmışken tek başına film seyretmek ciddi biçimde farklı bir biçime dönüşüyordu.
Ne zaman yalniz gecirdigim, bos bos tavana baktigim zamanlarin bosuna gecirilmis oldugunu dusundugum, mutlaka yakinimda birilerini aradigim zamanlardan, yalniz basima kahve icmekten, ‘hic birsey’ yapmadan kalmaktan mutluluk duydugum zamanlara gectigimi bilemiyorum. Ama zoraki sohbetler artik kibarlik icin mecbur kaldigimda gunun geri kalanini bas agrisiyla gecirmeme yol aciyor. Ne care ‘ayip olmasin’ diye farkinda bile olmadan