Amanın!
Neredeyse 20 gündür bir kelime yazmamışım. Affola…Dünyanın etrafında tur atmak 24 saat sürse de, toplanmak ile yerleşmek arasında geçen zaman 24 günü bulabiliyor.
Anlayacağınız yurda döndük. Yine yeniden. Sanki biz hiç gitmemişiz gibi umarsızca karşıladı İstanbul bizi.
Bir keresinde binbir yalvar rica ile Boğaziçi Üniversitesi’ndeki memurluğumdan altı haftalık izin koparmıştım. UC Berkeley’deki yaz okuluna gitmek için. Asistanlar bir yanda, hocalar bir başka yanda toplanıp oluru var mı diye tartışmışlar, döndükten sonra haftada 10 değil de 20 saat çalışmam şartı ile izni vermişlerdi. Ben sevinçten uçarak Berkeley’e gitmiş, sonradan doktora başvurularımda kullanacağım bir iyi bir final ödevi yazdığım ”GüneyDoğu Asya ve Kadın ” adlı nefis bir ders almıştım.
Altı hafta sonra döndüğümde hocalarımızdan biri, harmanladığımız final kağıtlarını almak üzere penceresiz ve sigara dumanlı kutu kadar asistanlar odamıza uğramış, beni görünce, ”ne zaman gidiyorsun sen Defne?” diye sormuştu. Nasıl baktıysam o sırada kadıncağıza, ” Gittin de geldin mi yoksa? zaman nasıl geçiyor!” diye bir şeyler mırıldanmıştı. Ben bozulmuştum çünkü madem yokluğum fark edilmeyecekti neden o kadar tartışmışlardı gönderelim mi göndermeyelim mi diye en baştan?
İşte sanki İstanbul da bana aynı kayıtsızlıkla yaklaşıyor. İnsanları değil, İstanbul’un kendisi. Geliyorum gidiyorum, hayat devam ediyor. Yokluğumda da devam etmiş, varlığımda da edecek. Değişen bir şey yok. Aaa geldiniz mi diyor kayıtsızca, binlerce insanı caddelerden akıtırken. Buyrun katılın aramıza. Biz de katılıyoruz, kaldığımız yerden devam edercesine.
Geleli bir hafta oluyor. Evden pek çıkmadık. Bir tek erken derslerimi verip hemen eve geri dönüyorum. Portland’daki 15 dakikalık bisiklet mesafelerinden sonra İstanbul’da heryer çok uzak geliyor. Boğaz’a gitmek istesek on dakikalık yolu kırk beş dakikada gideceğiz. Beyoğlu’na çıkmak istesek başka bir saat. Park etmek, soğukta tekerlekli sandalye itmek, merdivenler, hep alt katlardaki tuvaletler, iki lokmaya ceplerimizi boşalltığımız lokantalar filan…Yok henüz cesaretim. İstanbul’a pencereden bakarak katılıyorum şimdilik. Zaten olur olmadık saatlerde de uykum geliyor.
Olsun. Evim kitap dolu ve bir de eski günlüklerim. En son yazdığım On Altı Yaşım: Yaşamak Zorunda Olduğum Beraberliğimsin bloğunun etkisi ile dün 1990-91 yılının günlüğünü açtım önüme. Rasgele bir yerden. Başladım okumaya…Sanki başkasının hikayesi imiş gibi sarmasın mı beni birdenbire bu satırlar. Sizinle paylaşmak istedim:
1 Ocak 1991
Sevgili Günlük,
Yıllar var ki sana 1 Ocak’da yazmadım. Galiba en son 8. sınıftayken yazmıştım. Eveeet, 91’e girdik. 90 yılı çılgıncasına bir hızla geçti. 91’in de öyle olacağını zannediyorum. Eskiden bir yıl dünyanın en uzun zaman dilimiydi benim için. Şimdi ise dolu dolu ama göz açıp kapayana kadar bitiyor. Yine de tam bir yıl önce durmamacasına dinlediğimiz şarkıları dinlerken o günlerin ne kadar güzel ve bir o kadar da ulaşılmaz olduğunu anlıyorum. Her geçen yıl beni değiştiriyor, sertleştiriyor. Geçen yıl bu zamanlarda hayaller kurardım. Herşeyin iyiye gideceği konusunda çok güçlü bir inancım vardı. 1991 yılının ilk günüdeyse o inançtan eser yok içimde. Herşey kötüye gidecek demiyorum ama iyi olacağını da pek düşünmüyorum Boğaziçi’ni kazanırım inşallah, okulu çok iyi bir derece ile bitiririm inşallah, bana sadık, aşık bir sevgili bulurum inşallah, savaş çıkmaz inşallah…Herşey umutta kalıyor. Ben uğraşmazsam yeni yılın bana bir şey getireceği yok!
Ah Allah’ım ne zor şey genç olmak..Ne yalnız bir şey büyümek. Buyrun bir tane daha:
2 Ocak 1991
Sevgili Günlük,
Bazen kendimi çok yalnız hissediyorum. Dışarıdan bakıldığında çok popüler, sevilen, kocaman bir grubu olan bir insan gibi görünüyorum ama içimde kendimi yapayalnız hissediyorum. Her geçen gün kendi kendimin en yakın dostu olmaya biraz daha alışıyorum. Belki bu benim de kusurum ama kimseye herşeyi anlatamıyorum. Sanki kimse beni gerçekten tanımıyor.
Ama bunalımın hemen altında neşe var. Bir anda hava değişebiliyor. Bakınız son yazdıklarının üzerinden daha bir hafta geçmeden neler diyor bizim kız:
6 Ocak 91
Selam Günlük,
Bugün pazar. Yarına tarih yazılım var. 10 almak istiyorum. O yüzden çalışıp duruyorum. Dün gece S’de kaldık. Toplam beş kız. Tekir yiyip rakı içtik. Çok eğlendik, şarkılar söyledik, göbek attık. Harikaydı doğrusu. Gece de bol bol muhabbet ettik. Bir kez daha ne kadar büyümüş olduğumuzu farkettim konuştuklarımızı düşününce. Sabah güzel bir kahvaltı ettik. Sonra eve geldim. Ö. aradı. Ve tarih çalışıyorum. Annemler İznik’de.
Ve tabii ki hemen ertesi gün aşk ve melankoli…Büyürken ne çok nostalji..Hem geçmişe hem geleceğe!
7 Ocak 1991
Bugün matematik özel dersinden yorgun argın dönmüş yatağıma uzanmış Sezen Aksu’nun ”Sen Ağlama” kasedini dinleyerek nostalji yaptım. Önce bu albümü delicesine bir tutkuyla dinlediğim 6. sınıf günlerimi hatırladım. Sonra o günlerde aşkın nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalıştığımı anımsadım. Bugün dinlediğim şarkıların bana bir gün bir şeyler ifade edip etmeyeceğini düşünürdüm hep. Sonra tiyatro günleri geldi gözümün önüne. Yağmurda Ö. ile yürüdükten sonra dört bir yanımdan sular akarak ama belki de dünyanın küçük mutluluklarıyla içini doldurmuş nadir insanlarından biri olarak sahneye çıktığımda yönetmenimizin yüzünün aldığı şekil. Birisinin piposunun dumanı yüzünden öksürürken Ö’ün beni sevgiyle kucaklaması, pencerenin önünde yalnızlığımı düşünerek dalgın dalgın dışarıyı seyrederken Ö’ün belime dolanan kolu, kulisin o gizemli büyüsü film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Birden uykunun kucağında buluverdim kendimi. Öyle tatlı uyudum ki…Uçuyordum sanki. Sonra birden telefon çaldı ve ben gerçek ile hayal arasındaki o incecik çizgide yürüyerek telefona gittim. Araya Ö idi. O incecik çizgiden gerçeğe atladım ve deminki tatlı hayallerimi anlattım ona. Yarın buluşmaya karar verdik. Okulu kıracağım. Çok çok özledim onu ve yarın soğukluk perdelerimin hepsini sonuna kadar açıp ona çok sıcak davranacağım. Uyy, saat 11:30 olmuş. Tevekkeli değil, çok uykum var. Yatıyorum. See you tomorrow.
Siz de kaptırdınız mı? Merak ediyor değil mi insan? Sonra ne olacak? Buluşacaklar mı? İşin tuhafı hatırlamıyorum. Sevgilimle buluşmak için okulu kırdığımı hatırlamıyorum. Ona soğuk davrandığımı hiç hatırlamıyorum. Benim hafızamdan sanki onun peşinden koşan ben idim ve o bana yüz vermiyordu. Bellki her zaman böyle değilmiş bu. Ve esas dikkatimi çeken şey bunları yazan zavallı, güçsüz, kendine güvensiz bir genç kız değil. Ne yaptığının farkında, hareketlerinin sonuçlarını düşünerek adımlarını atan ve kendi hayatından sorumlu olduğunu bilen bir insan bu. Çocukluğumuzu ve gençliğimizi fazla dramatize ediyoruz galiba. Eski kendimizi zayıf ve belki biraz da koşulların kurbanı görmek şimdiki kendimizi güçlü hissetmemizi mi sağlıyor ne?
Huzurlarınızdan ayrılırken okul kırdığım o ertesi günün hikayesinden de mahrum bırakmayayım değil mi?
9 Ocak 91
Sevgili Günlük,
Dün güzeldi. Bayağı eğlendik. Kapris’de kahvaltı ettik. Uzun uzun konuştuk. Yaz maceralarımızı, ailelerimizi tartıştık. Bayağı iyiydi aramız. Mac Donalds’da öğle yemeği yedik. Sonra yapacak bir şey bulamadık. Ben bizim evin boş olduğunu söylemek istemiyordum ama söylemek zorunda kaldım. Çok bozuldu daha önce söylemediğim için. Yarım saat filan bozuk attı. Neyse bizim eve geldik. Bu hala bozuk atıyordu. Tartıştık biraz. Neyse sonunda anlaştık, öpüştük, seviştik, güldük, acemiliğimiz ile dalga geçtik. Sonra oturduk, konuştuk, öpüştük, dans ettik, Sezen Aksu dinledik. Ben onun dizine dayadım başımı. O benim kucağıma yattı. Çok huzurlu, tatlı bir gündü doğrusu.
Not: Yakında savaş çıkacak diyorlar. Korkuyorum. Füzeler İstanbul’a kadar gelmez diyorlar ama ya bu 3. Dünya savaşının başı ise? Öldükten sonra ne olacağım geldi takıldı kafama. Sonsuz boşluk fikri de gitmiyor bir türlü. Daha ben dünyaya hiç bir şey katmadım. Gelmiş olduğum anlamsız karanlığa geri dönemem. Ölmeyeceğim inşallah!
seviyorum yazilarini… 🙂
hosgeldin!
biran korktum gerçekten, devamını yazmayacaksın diye:) sevgiler..