Benim roman tıkandı. Nasıl oldu bilmiyorum. Takır tukur yazıyordum. Geçenlerde anlatmıştım hani. Her sabah iki saat ve her öğleden sonra iki saat olmak üzere günde toplam dört saat ellerimi klavyeden çekmeden yazıyordum, sonra birden durdu. Bunu planlamadığıma inanmayacaksınız biliyorum ama tam 100.000. kelimeyi yazıp da paydos ettiğim akşam tıkandı. Ertesi sabah için heyecanlıydım oysa ki… Son bölüme geçişi ihtişamlı bir yılbaşı balosu ile yapacaktım. Baloya gidecek kişi sanki benmişim gibi hazırlanıyordum. Ama sabah vardiyasında parmaklarımı tuşların üzerine yerleştirdim, bekledim. Tık yok. Bütün girişler kapalı. Arka kapıyı ittim, yok o da yerinden oynamıyor. Yan kapıları yokladım. Pencereleri, bir yerden girmeliyim. Aylardır bu dünyada yaşıyorum. Kaç kişi ile tanıştık, samimiyet kurduk. Nerede bütün bu insanlar şimdi? Yok. Yoklar.
Başarısızlık hissi geldi karnımın ortasına bir tencere pilav yemişim gibi oturdu.
Bu dediğim iki gün önceydi. O zamandan beri bir değişiklik yok. Bütün roman bayramlardaki İstanbul hissini veriyor. Herkes gitmiş, parti bitmiş. Biraz küskünüm. Sanki bir grup insan beni bir süreliğine hayatlarına davet ettiler ve bir gece ortaklaşa verdikleri karar neticesinde bana açtıkları kapıları kapattılar. Kendimi bir hayli de suçlu da hissediyorum. Bir kusur mu işledim? Çok mu burnumu soktum sizin işlerinize? Yoksa şahsiyetlerinize yeterince ilgi göstermeden bir sonraki, bir sonraki olay diye diye sizi kızdırdım mı?
Bilmiyorum. Benimle konuşmuyorlar. Ben o yılbaşı balosunun kapısından geri çevrilmişim gibi bir moral bozukluğu içinde internetin beni oradan oraya savurmasına izin veriyorum. Bütün bağımlılılar gibi orada ne aradığım zevki de buluyorum ne de ondan vazgeçebiliyorum. Sanki bir sonraki sayfa ya da site karnımdaki o bir tencere pilavı eritecek. Beni balolarından içeri almayan karakterlerin ve bir sabah ansızın beni terk edip giden yazı cininin nefsime indirdikleri darbenin sızısı geçecek. Sadece o siteyi bulmam gerek. Ya da o Facebook post’unu, ya da o blogu… ya da beni uyuşturacak neyse artık aradığım o internet harikasını…
Ama öte yandan biliyorum ki bu da işte o müdahale etmememiz gereken durumlardan biri. Nereden bildiğimi bilmiyorum ama biliyorum.
Patanjali’nin Yoga Sutra’larında abhyasa ve vayragram diye iki kavramdan söz edilir. Ben derslerimde bu iki kavrama sık sık başvururum çünkü hayatın ve yoganın çok farklı alanlarına uygulanabilirler. Abhyasa- çaba anlamına geliyor. Çaba sarf etmek, etkinlik halinde olmak, yapma etme hali. Vayragram ise bırakmak, teslim olmak, içe dönmek ve izlemek etkinliklerini içeren bir insanlık hali. Bir yoga seansını abhyasa ve vayragram olarak ikiye ayırabiliriz. Ayakta yaptığımız hareketler ve nefes sayesinde uyanan iç enerjinin nadi adı verilen kanallara yönlendirilmesi. Bu bir yoga seansının abhyasa yarısı. İkinci yarısı ise yere oturduktan sonra çabayı bırakarak gözleme geçtiğimiz zamanlar. Vayragram yarısı. Ya da bu ikili hali hareket anına da yayabiliriz. Ya da mikro düzlemde olur ama olur. Şöyle ki nefes alışlarımız bir çaba, bir yere varma amacını güdüyorsa, nefes verişlerimiz de o vardığımız yere yerleşme, orayı benimseme ve teslim haline taşır bizi. Nefes alışımızla canlanan prana enerjisi abhyasa’nın, nefes verişimizle canlanan apana da vaygram’ın yoganın enerji anatomisi düzeyindeki yansımaları olarak düşünülebilir.
Abhyasa-vayragram ikilisi hayatımıza uyarladığımızda koyduğumuz bir hedefe doğru attığımız kararlı adımlar, benimki gibi vardiya usulü çalışmalar, kendimizi motive etmek için baş vurduğumuz bütün trikler abhyasa halleri. Ne var ki çemberin tamamlanması için abhyasa’nın vayragram ile, vayragramın da abhyasa ile beslenmesi gerekiyor. Sürekli yapma, etme, ileri marş koşma hali ile yol alınca bir yerde benzin bitiyor. İyi ki de bitiyor. Yoksa benim gibi abhyasacılar asla çemberi tamamlayamazlar.
Vayragram, yani o pasif teslimiyet hali benim için tanıdık bir yer değil. Ben hep çok çalıştım. Çocukluğumdan beri saatlerimi oyun, kitap, ödev, telefonda konuşma, televizyon olarak düzenli vardiyalara bölüp yaşadım. En sevdiğim çalgı çalar saat oldu. Bir vardiya bitti, hadi ötekine… Oyunlarımı bile saatle oynadım. Malum sonu belli bir zaman dilimi uçsuz bucaksız zamandan daha kıymetlidir ya… O mantıkla.
İnsan kırk yaşına da seksen yaşına da gelse hep tanıdık olduğu hallere çekiliyor. Hayatta kaçırdığı bütün duyguların, hislerin, hallerin bilmediği alemlerde gizlendiğini bile bile yine gidiyor en tanıdık yere bırakıyor kendini. Çünkü aşina olmadığımız haller ilk evvela huzursuzluk ile birlikte geliyorlar. Bu huzursuzluk hali ilginç bir konu. Başka bir yazıda muhakkak ele almak istiyorum. İlginç çünkü dertlerimizin çoğunun kökü, kaynağı gidiyor kendi huzursuzluğumuza dayanıyor. Başkasının açtığına süper emin olduğumuz yaraları bile mikroskop altına aldığımızda altında kendi huzursuzluğumuz, derinlerde kaynayıp duran endişemiz çıkıyor.
İşte aşina olmadığımız hallere düştüğümüzde ilk fışkıran duygu da huzursuzluk. Üzerini başarısızlık, umutsuzluk, yenilgi sosları ile kaplayıp da servis edebilirsiniz. Ne var yani kendini başarısız hissediyorsan, diye sorabilirsin? Cevabı yine aynı. Başarısızlık beni endişelendiriyor. Neden? Kendimi şey hissediyorum o zaman. Ney? Şey, böyle ne bileyim biraz eksik, biraz ezik. Eksiksem sanki sevilmeyeceğim. Bütün huzursuzlukların dibinde de yeterince sevilmeme korkusu…
Oysa bana şimdi bir öğrencim gelse ve dese ki, “hocam romanımı yazamıyorum. Bu yüzden beni insanların beni sevmeyeceklerini düşünüyorum”, ona bu mantık zincirindeki karışmış devreleri göstermek için elimden geleni yaparım. Ama kendimize karşı o kadar şefkat gösteremiyoruz nedense.
İş kendimize gelince vurun kahpeye…
Şimdi ben bu bilinmez diyar vayragram’a giriyorum. Belki o baloya gitmemem gerekiyordu. Benim karakterler bana kapıyı yeniden açtıklarında tarihin hangi noktasında olacaklar onu bile bilmiyorlar ama ipin ucunu bıraktım. Kontrolü bırakmak da bir diğer bilinmeyen diyar olduğundan da bu da bir hayli endişe uyandırıyor içimde. Ama endişenin yanında bir de hediyesi geldi. Ben ipin ucunu bırakınca birileri tuttu. Ben de kendimi sırt üstü vayragram’a bıraktım…
Bu hafta böyle geçsin. Gelişmeleri haftaya bildiririm.
Bazen, neden sevdiğimizi bile bilmediğimiz şarkılar vardır, dönüp dönüp dilimize dolanan. Ya da mısralar. Benim çokça vardır böyle mısram, döne döne tekrarladığım.
“Sebepsiz hüzün, hocam benim” der Asaf Halet Çelebi. Tam da senin “huzursuzluk”una denk.
islamda tefekkür, taoculukta wu wei kavramı da bu konuyla ilgili. ama yoga sistemi çabalı (yang) ve çabasız (yin) diye ikiye bölmüş, yanlış da değil. wu wei ise çabasızlık, kendiliğindenlik. hatta bizim gibi sürekli doluluk, sürekli, hareket halinde olanların ilk anda kavrayamayabilecekleri bir düzlem. Kendiliğinden oluşan, bizim karar veya niyetimizle oluşmaktan ötesine işaret ediyor. Bu da bizim kontrol merakımızla ilgili. Biz, olayları oldurmaya çalışıyoruz hep, yani kontrol ediyoruz. Ama kontrol etmediğimizde, aracı olduğumuzda, kendimizi aradan çektiğimizde akış daha rahat akar. Akmaması bize bağlı olmaz. peki çabasız çaba olabilir mi? ya da başka bir şekilde sorarsam, meditasyon çaba mıdır?
Bilmeyenlere hocamdan alıntı yapmam gerekecek:
“Olgular kritik kütleyi (jei lei), belki bir ihtiyaca bağlı olarak (ming: göksel eylem, kader) belli bir form (wo: ego ya da fiziksel veya oluşumsal herhangi bir şey) uyarınca bir araya getirirler ve eylemi oluşturan herhangi bir parçanın bilinçli çabasından ya da müdahalesinden bağımsız olarak (wu wei: yapmamak, müdahale etmemek) kendiliğinden (tzu jan) oluşmasını sağlarlar. Özetle: olan, onu yapanın bilinçli çabasından bağımsız olarak, uygun koşulların bir araya gelmesi sonucunda oluşur. Bu konuda tek başımıza yapabileceğimiz bir şey olmadığı gibi, kimsenin de olan üzerinde yapabileceği bir şey yoktur.”
Çok teşekkürler Cem. Pek güzel anlatmışsın. Bu felsefeyi tembelliğe bahane ve pasifliğe mazaret görüp de amaçsızlığın kederinde boğulanlar için ne düşünüyorsun?
20 sene önce ilk zen ve taoculuk kitaplarını okuduğumda -özellikle de zen- vardığım nokta nihilizm oldu. çünkü insan zihni, tembelliğe ve rahatlığa eğilimli, haliyle de daha zor olabilecek sorgulama ve derinleştirmeyi, kitapları okuduktan sonra tek başına kaldığımızda yapamayıp nihilizme, hiçciliğe sapabiliyoruz. bir de düşünceyi derinleştirebilmek için doğru sorgulama, doğru farkındalık, doğru meditasyon, doğru konsantrasyondan bihaber oluyoruz. bu yüzden bu yollara adım atılacaksa, o yoldan yürümüş birisiyle (doğru bir rehber kitabı bile olabilir bu) yola çıkmak, tembellikten, pasiflikten kaçınmak için gereken önemli bir gereksinim. çünkü tek başına her zaman kendimizi aldatabiliyor, (mara’nın bizlere hediyesi olup) bizi bu gerçeklikte tutmayı pek seven -biri de tembellik olan- 5 gardiyandan (duyularımızla pek alakalı sanki?) birine takılabiliyoruz. (çok konuştum galiba…)
duyguların kontrolü elimizde olmalı. oysa yaşamımız, duyguların bizi yönetmesi üzerine. duygular, sürekli olarak duyularımızı uyarıyor. bu uyarımı gerçekliği hissetmemiz olarak algılıyoruz. oysa bir duyu açgözlülüğü içine yapışmış durumdayız. az geri çekilip, duyguların yönlendirmediği noktada durursak sanki bu duyuların sebep olduğu olumsuzluklardan da korunabiliriz. ve yine sanki, bu şekilde ilerlememiz de kaçınılmaz olacak. keza düşünceler de aynı biçimde hızımızı kesiyor. yeni başladığım wing tsun çalışmasında zihnimin kaslarımı ne kadar zorladığını görmeye başladım. ağrı hissediyorum, çünkü zihnimle bedenime, kaslarıma bir engel koyuyorum. bir süre çalışıp gerçekten yorulduğum zaman, mesela yarım saat adımlı yumruk tekniklerini çalıştığımda artık zihin pes ediyor, kontrolü bırakmaya başlıyor. kontrol bırakıldığında o yapamam dediğim hareketleri rahatlıkla yaptığımı fark ediyorum. demek ki zihin ve düşünceler de beni sınırlandırıyor. demek ki ben onları kontrol ettiğimi düşünsem de onlar beni çoktaan ele geçirmişler.
zihni ve bedeni dengelemediğimde istediğim kadar felsefe kitabı okuyayım, istediğim kadar tartışmaya katılayım, içsel yolda ilerlemem, farkındalığımı artırmam söz konusu olamaz. çünkü ne beden, ne de zihin, bırakmaya hazır değil henüz. bunlarla çalıştığımda bırakmak kolaylaşıyor. bırakmak… kendini akışa bırakmak da var, daha berrak bir algılamayı sağlayacak bilincin içimize dolmasına fırsat yaratmak kda var bunda.
tamam, tamam, senin blog’una tecavüz etmiş gibi hissediyorum ve bu yüzden gerçekten özür diliyorum. güzel sorulara ancak hakkıyla yanıt vermek gerekir. 🙂
senin söylediklerine, uygulamanın bir biçimine yapışan mükemmeliyetçileri de katmadan edemeyeceğim ama.
İçinde bulunduğun durumu yoga üstünden çok güzel tarif etmişsin. Ben bu yazıda bugünkü Dolunay’a dair mesajlar okudum. Tr saatiyle bu sabah Yengeç-Oğlak aksında Dolunay oluştu. Ruh dış dünyada başarmaya odaklanırken duygularımız iç dünyamızı beslememiz üstüne karşı tarafta yerini aldı. Bunun bize faydası ne dersen dış ve iç dünya arasında gidip gelen mizacın farkındalığı. Dolun-ay dolgun haliyle bastırıyor iç dünyamıza odaklanmamız için. Karşısındaki Güneş ise daha yapılacaklar var hadi diyor öte yandan. Sevgiler..
Ah şimdi anlaşıldı! Yengeç-Oğlak olayıymış. Geçiyor zaten o hal. Ayla beraber evriliyoruz. Çok teşekkürler!
Yoganın ayrıntılarından pek anlamam, wu wei huawei filan ondan da pek anlamam 🙂 Ama bence bir eser ortaya çıkartma işlemi şu şekilde:
Bir kap gibi düşün kendini. O kap bir şekilde doluyor. Kendi istencimizle mi doluyor yoksa başka bir istenç mi bunu yapabiliyor bundan tam emin değilim. ama neyse sonuçta bu kap bir şekilde doluyor. Sen üreterek, artık elinden ne geliyorsa, yazıyorsan yazarak konuşuyorsan konuşarak yani iletişim kurarak o kabı boşaltıyorsun. Bu temel bir görev. Çaba ile mümkün bir şey. Ama şu var. Kabın ne kadar doluysa o kadar az çaba harcıyorsun içindekileri dökmek için. Kabın ne kadar boşsa o kadar çaba harcıyorsun köşede dipte bir şeyler kaldı mı bakıp bir şeyler ortaya çıkarmak için. Tabi ki birde kabın geri dolma süresi var. O da en az üretiyor olmak kadar güzel bir süreç.
Ya bu arada ben bu dolunay olaylarına inanmaya başladım. Normalde burçlara falan bile gülerdim ama ne zaman bitirdiğimde çok hoşuma giden bir yazı yazmış olsam bunun arkasından dolunay vakti filan çıkıyor. Bende bugün bir yazı yazdım. Sabah 8 e doğru filan başlayıp 9 buçuğa doğru bitirmiştim. Fakat işim çıktı ve evden çıkmak zorunda kaldım geldiğimden üzerinden biraz geçti ve yayınlamam 11 i filan buldu. Fakat o yazıya esas dün sabah başlamıştım. Bu işlerden anlayan arkadaşlara soruyorum:
O sıralarda bir şeyler oldu mu ay ile ilgili? 🙂
Galiba Ay yüzde yüz o saatlerde doldu. Ama benim değilim. Internet’ten bakabilirsin. Bu arada sen gök cisimlerinin yeryüzündeki enerji hatlarını ve güç dengelerini nasıl etkilediğini görmek için medcezir olayına bakabilirsin. Yüzde 70i sudan oluşan insan mekanizmasının bütün suları kendine doğru kabartan dolunaydan etkilenmemesi fiziksel olarak imkansız. Biz inansak da inanmasak da dünya yuvarlak yani.
hele de PMS konularında. 😉
bilinen genel düşünce, ayın ilk yarı evresinde başlanan işlerin ve projelerin daha iyi gideceği, bir işe başlamak için dolunay sonrasının pek iyi olmayacağı yönde…
Sevgili Defne, ben de okurken o bölüm bitmiş demek ki diye düşündüm, yazının devamında sen de tespit etmişsin zaten başka zamanda tekrar başlayacak herhalde diye. Bence çok hoş bir deneyim olmuş hepsi birden.
Bir de sırf böyle yazan insanlar var. Hani Odise’den beri alıştığımız giriş gelişme sonuç tarzında değil de adeta “alalade” böyle kopuk kopuk. Aklıma hemen Murakami geliyor ama başka da vardır herhalde. Seversin sevmezsin ayrı, ama bağlama çabası göstermeden yazdığın kadarını paylaşmak da olmayacak birşey değil yani günümüzde.
Aslında bende kimi zaman takılıp kalıyorum yazarken. Bu durumlarda sanırsam insan biraz kendine zaman vermesi gerekiyor. Ayrıca ruh hali sağlam bir kafa. Çünkü en ufak bir ruh hali bozukluğunda tam olarak parmaklarının nasıl tepki vereceğini göremiyorsun. Bir devamlılık göremiyorsun sonra. Aslında yazarken devamlılık aramamak lazım. Hele de roman yada hikaye olaylarında. Bende yazıyorum fakat bir devamlılık yok. Bazen 2 günde bir bölüm. Bazende 1 günde iki bölüm gibi. Ruhunuzu serbest bırakın, kendisi gelir.