Geç uyandık. Saatini ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim. Ama dinlenmiştik ama yüzümün hatları tekrar yerine oturmuştu. Bunlar mühim. Saçlarımı boyatmayı bıraktığımdan beri (en son kuaföre gittiğimde, size yazıyordum tarih 28 Şubat galiba) iki parmak uzayan kırlarıma ancak dinlemiş bir yüz yakışıyor. Fatoş yeni saçıma corona crown dedi, korona tacı yani.
Dün, bütün günü Satürn’ün etkisine derman olsun diye kahvesiz geçirdim. Yaşım kadar hafta boyunca (46) Cumartesi günleri kahve içmeyeceğim. (Bu Satürn işinin ne olduğunu daha sonra yazarım. Şimdi hızlı hızlı yazmam gerekiyor, Bey, Zoom’da vereceği kokteyl partisi için ona yardım etmemi bekliyor. Barmaidlik görevlerim var. ) Zor geçti. Ama Satürn de karşılığını verdi, günahını almayayım, hazzım ona kurban olsun. Amin.
Bu sabah kahvemi aldım, annemi aradım. Ne zamandır görüntülü konuşmuyorduk. Malum hepimize ekrandan illallah geldi. Bir de annem korona tacımı görür de üzülür diye korkuyordum. Aksine çok beğendi. Olgun bir hava vermiş dedi. Bir de Pınar beğenmez diye düşünüyordum, ondan da olumlu bir yorum gelince bıraktım beyazları artık, uzasınlar gönüllerince.
Bey ile balkonda uzun bir Analar Günü kahvaltısı ettik. Kahvaltı hazırlıklarına girmeden önce bulaşık makinesini boşaltmadığım için mutfakta dağ gibi bulaşık birikmişti. O dağa tırmanırken sesli kitaptan Orhan Pamuk’un Öteki Renkler kitabını açtım. Şansa da 3. Bölüm: Babam çalmaya başladı. Tam Bey’e seslenecektim. Gelsin, o da dinlesin diye. Çünkü babası geçen sene öldü ve Orhan Pamuk’un Babam başlıklı bölümü de babanın ölümüyle açıldı. Ama sonra vazgeçtim. Hem tıraş ritüelini gerçekleştirmeye banyoya girmiş olduğundan hem de Orhan Pamuk’un babası hakkında söylediği bir şey o sırada dikkatimi çektiğinden.
Babası genç Orhan’ı hep desteklemiş. Çocukken çizdiği resimlere de, büyüyünce yazdığı öykülere de hayranlıkla bakmış. Bunun bir çocuk, bir genç için ne kadar önemli olduğunu, ne kadar güven verdiğini anlatıyordu. Benim aklım babama değil, anneme gitti. Anneler Günü diye değil, Pamuk’un hayatında babasının yeri neyse, benim hayatımda da annemin yeri o olduğu için.
Ben de çok küçük yaşta yazmaya başladım. Öyküler, romanlar yazdım. Afacan Beşler, Gizli Yediler, Yaramaz Kızlar serilerinin yerel versiyonlarını çocukken saman kağıda neşrettim ve biraz daha büyüyünce Çatı serisinin yine yerel varyasyonlarını kaleme aldım. Hatta bir defa Çatı’nın anlatıcısı Cathy’nin kız kardeşi Carrie ağzından bir roman yazdım ama bu sonra başıma dertler açtı, onu da bir başka gün yazarım. Orta üçe geçtiğimizde aslında pek hayran olduğumuz ama bize hiç yüz vermeyen bir ablamızı yerin dibine batıran bir Amanda’nın Maceraları projesine editörlük ettim. Bu projeyi kurucusu olduğum Dunganganlar çetesinin diğer üyeleri ile gerçekleştirdik. Her birimiz hayran olduğumuz ama bize yüz vermeyen Amanda rumuzlu ablamızın başından geçebilecek türlü öyküyü kaleme aldık. En çok Evren ile ikimiz yazdık. 30-40 Amanda öyküsü bitince annem bizim için kitabımızı daktiloya çekti ve ben bir önsöz yazdım. Birazdan sizinle bu önsözü paylaşacağım. Bugün hâlâ Evren’le beraber Amanda’nın Maceraları kitabının öykülerini okurken gözlerimizden yaşlar gelir.
Şunu diyorum: Annem tüm bu öyküleri, romanların, Blyton’un, V.C Andrews’un yerel reprodüksiyonlarını baştan sona okudu. Ben küçükken annem okutmandı üniversitede. Profesörlüğe giden yolda çalışırken, bana şehriye çorbası pişiriyor, Basri sandviçleri hazırlıyor, Anadolu Liseleri ve Kolejler sınavına girmem için benimle kıyasıya mücadele veriyor, FKM’den alıp Bale Sanat’a, oradan AKM’ye götürüyordu. Üzerinde hala okutman kıyafeti, elinde tahta kaşık, çorba karıştırırken ben elimde saman kağıtlarımla ayağının altında dolanıp, eteğini çekiştirerek ona yeni yazdığım romanı yüksek sesle okuyor ve pür dikkatini talep ediyordum.
Annem bir defa bile ay sıkıldım senin deli saçması öykülerinden demedi. Yorgunum, başka zaman okuyalım bile demedi. Aksine dinledi. Güldü ve nasıl geliyor bunlar aklına diye hayranlığını belirtti.
Bu sabah, Atina’daki evimde bir yandan bulaşıkları kaldırır, bir yandan Orhan Pamuk’un babası hakkında yazdıklarını Sesli Kitap’tan dinlerken bunları düşünüyordum. Pamuk’un babası, ilk romanı yayımlanınca ona “bir gün Nobel’i alacaksın” demiş. Pamuk bunu sonradan Babamın Bavulu adı altında kitaplaştırdığı Nobel konuşmasında söylemişti.
Birkaç sene önce evlilik terapistimizle konuşuyorduk. Ben etrafımdaki insanların benden çok şey beklediklerinden yakınıyordum. Taleplerini karşılayamamaktan. Kimler senden ne bekliyor mesela, diye sormuştu terapist. Ben de Bey’in taleplerinin yanı sıra annemin benden ödüller bekliyor olmasından söz etmiştim. Terapist gülmüş, bir daha sormuştu. O zaman doğrusunu söylemiştim. Annem benden ödüller beklemiyordu. Annem benim kitaplarımın ödülü hakkettiğine canı gönülden inanıyor ve onlara ödül vermeyen jürilere kızıyordu. Emanet Zaman’ı Yunus Nadi Roman ödülüne layık görmeyişlerine bozulmuştu. Ben de bozulmuştum ama annem gibi ifade edememiştim üzüntümü. Ne de olsa kitabın yazarıydım ben.
Terapistimizin o gün şöyle dediğini hatırlıyorum:
-Ne talihlisin ki seni Nobel’e layık gören bir annen var.
Bu doğru. Benim annem de Orhan Pamuk’un babası gibi beni Nobel’e layık görüyor. Bugün yazıyorsam işte arkasında bu inanç var. Bana benden çok inanan birisi annem. Bu yüzden de ona sonsuz teşekkür borçluyum. İyi varsın anneciğim.
*
Bugün yazıyorsam, bunun arkasında birkaç kadın daha var ve anneler günü vasıtasıyla onları da anmadan geçmeyeyim.
Öncelikle Nenem Zahide Gökberk. Yazarlık onun hayaliydi. Bana kısmet oldu. Edebiyata sevdalıydı. Lisede edebiyat öğretmeni Necip Fazıl Çamlıbel imiş. Onu yazar olmaya teşvik etmiş. Nenem çok okurdu. Modern, klasik, yerli, yabancı demeden edebi bulduğu her romanı, öyküyü okurdu. Almancadan çeviriler yapardı. Firuzan’ın manevi annesiydi. Yazarlığın mümkün olduğunu sanırım ki ilk bana o söyledi.
İkincisi Saadet Gökberk. Annemin halası. Annemi, teyzemi, Nazire teyzemi Beyoğlu’na pastaneye, sinemaya, tiyatroya o götürürmüş. Benim büyük halam. Dame de Sion’da ortaokul, Arnavut Kız Koleji’nde liseyi okumuş, İngiliz ve Amerikan edebiyatı klasiklerini hayatıma sokan, bana ilk Shakespeare kitabımı armağan eden, Anna Karenina’yı ilk defa okuduğum günlerde karakterlerden ortak dostlarımızmış gibi söz eden (“nasıl ayağa fırlayıp bağırdı o Anna, ah herkesin ortasında, şaşkaloz kız!”) oydu. Hiç evlenmemiş, başının dikine gitmiş, güzelliğiyle nam salmış ve erkek kardeşlerinin aksine elinde parasını tutup, işletebilmiş nadide bir rol modeldi bana.
Meral Halam ile Aysel Halam, muazzam öyküler anlatırlar. Oturup saatlerce dinlersiniz. Tüm dizilere ve aile dramlarına taş çıkartacak ayrıntılarla aile tarihçesini süslerler. Her ikisinin de yaşı bugün 90’ı aşmıştır ama pırıl pırıl belleklerinden yüz tane Yüz Yıllık Yalnızlık çıkartılar. Hiç tanımadım ama ruhunu benliğimde hep hissettiğim bir diğer büyük halam. Babamın halası Saffet hala. Lisede edebiyat öğretmeniymiş ve Halide Edip’in öğrencisiymiş. O da geç evlenmiş. 40 yaşından sonra. Tıpkı Saadet hala gibi Saffet hala da yeğenlerinin kültür sanat eğitimini üstlenmiş. Özellikle de kızları kanatlarının ve evine altına alıp okumalarını, öğrenmelerini, meslek sahibi olmalarını sağlamış.
Ülker Teyzem, anne yarısı, annemin kız kardeşi, Portland’daki ana kucağım. Bilge Karasu, Orhan Pamuk, Elif Şafak üzerine ABD’de dersler veren okullu edebiyatçıdır. Tüm romanlarımı herkesten önce okuyup eleştiren, geliştiren, inadıma inat edip sonunda haklı çıkan dostumdur. Romanlarımı bölüm bölüm kahve köşelerinde benimle beraber elden o geçirmiştir.
Sonra, cici annem Selva Suman, kitaplarımın çıktığı gün koşar gider alır. Onlarca alır hatta. Eşe dosta dağıtır. Bir gecede okur çoğunu. Hemen arar. İyi ki yazıyorsun der. Artık duymadığım babamın sesi olur. Baban olsa buraya gülerdi, buraya kızardı, burada ağlardı Defnoş, der.
Kayınvalidem «μαμα» Katerina, İngilizceye, Yunancaya tercüme edildiği anda kitaplarımı edinir. Tercüme sürecindeysek hala, Türkçe bilmemesine rağmen İngilizce olsun, Yunanca olsun doğru ifadeyi şak diye bulur, tercümenin niteliğini yükseltir, bana iyi yazılmış bir metnin, insanın ruhuna dokunacaksa dil ve kültür bariyerini aşacağını hatırlatır.
Aile dostumuz, sevgili Oya Teyzem, Oya Baydar… Onca işinin gücünün arasında yeni çıkacak romanlarımı okur, ona okutmadan gönderirsem kızar. On altı yaşındaydım onunla ilk tanıştığımda, yazmam için beni cesaretlendirdi ve örnek oldu. Kitaplarını hep bir solukta okudum. Sonra döndüm, bir daha okudum. Sonra bir daha. Yazmayı öğrendim ondan. Hâlâ da öğreniyorum.
İlk editörüm Çağlayan Erendağ. Bana inandığı için Mavi Orman yazılmıştır ve devamı da onun sayesinde geldi.
İnsanlık Hali’nin cici annesi Pınar Üstün. Yazılarım sayesinde beni bulmuş, bana duyduğu sarsılmaz inancıyla yenilerinin doğmasını sağlamıştır.
Şimdiki editörüm Hülya Balcı, kitaplarımın anne yarısıdır. Bazen benden çok korur, kollar onları. Hüneriyle çıtayı yükseltir. Kör noktama gelen parçaları açığa çıkartır.
Yazıyorsam, bilin ki arkamda bu kadınlar olduğu için yazıyorum.
Hepsinin anneler günü kutlu olsun!


“Büyümek“ için ne çok anneye ihtiyacımız var. Ve ne çok “çocuğa” ihtiyacımız var, onlardan gelen bilgiyi ve sevgiyi akıtmak için..