Yok artık ben de dayanamayacağım.
Bilirsiniz, sosyoloji+yoga terbiyem sebebiyle memleket meselelerine karşı duygusuz, yargısız, ateşsiz bir yaklaşım sergilemişimdir oldum olası.
Ama artık ben de dayanamıyor ve cepheye geçiyorum.
Oysa şu yukarki resimdeki kahveden yudumlayarak iyi bir roman okuyabilirdim bu sabah. Ya da çiçeğe, böceğe sevinip, bisikletimin pedallarına asılabilirdim pekala. Ya da size hayatın güzelliğini, insanın iyiliğini, mutluluğun resmini çizen bir blog çıkartabilirdim şapkamın altından…
Ama yapamayacağım. Kahve + roman yerine çocukluğum boyunca dinlemekten bıkıp usandığım için girmeyi hiç sevmediğim memleket meselelerine ben de gireceğim bugün. Üstelik son otuz sekiz yıldır oturduğum her rakı masasında, annemlerin ahpablarından duya duya son derece kanıksadığım bir cümle ile gireceğim. Gözlerinizi devirmekte serbestsiniz.
Memleketin hali hiç iyiye gitmiyor.
Gözlerinizi devirdiyseniz, şimdi de “Memleket de bir şey mi, dünyanın haline baksana,” da diyebilirsiniz. Haklısınız, dünyanın hali de hiç iyiye gitmiyor. Bizim memleket de dünya ile doğru orantılı olarak karanlığa batıyor zaten. İçinde bulunduğumuz global düzende memleketiniz Butan da olsa, dünyanın geri kalanından dönen entrikalardan izole edemezsiniz. Entrika dediğime bakmayın, gizli kapaklı bir şey kalmadı artık. Yüzsüzlük ve zulm cascavalak ortada transparant (t sessiz) günümüzde.
Arlanmaz, utanmaz, kudretten kudurmuş bir takım haller bunlar. Dev şirketler ile onların kölesi devletlerin hali tavrı, on beş aydır kirasını ödemeyen ve evden (haliyle) çıkmayan bizim kiracının tavrına dönüştü. Misyon icab ederse insanları topraklarından sürmek, sürülmeye direnen insanların köyünü topluca yakmak, gökdelen devirmek, işkence, kitle imha hepsi hepsi okey ve artık biliyoruz ki evet orada burnumuzun dibinde bunların hepsi oluyor. Sesimiz çıksa da bir yere varmıyor. Varmadığı gibi bir de sistem rasgele seni seçti, kaldır kollarını metal dedektörle ararayacağız, oluyor.
Bu kollar havada, bacaklar aralık, üzerimizdeki likitlerden sorumlu tutulurken, kudretlerinden kudurmuş güçler bize nanik yapa yapa yanımızdan geçip gidiyorlar.
Dünyanın hali bu. Malum 2012, Kali Yuga, dünyanın sonu filan, evet bu gidişata mecburuz, adamlar piramitleri diktikleri zamanlarda görmüş de kehanet etmişler. İşimiz bitik. En iyisi uzak bir ülkenin dağlarına yerleşip kafayı kırmak aslında ya, neyse madem buradayız, yazalım bari.
Şimdi dünyanın halinin memleketteki izdüşümüne göz atalım. Hızlı bir zzzzzum ile alçalıp, şöyle kuş bakışı tepesinden uçalım. Bakalım ne görüyoruz? Kızını diri diri toprağa gömen bir baba, kız arkadaşını elektrikli testere ile kesen bir oğlan çocuğu, silahsız savunmasız insanların bulunduğu binayı ateşe verenlerin,”gazamz mübarek olsun, yine gelin, yine yakalım” diye diye serbestçe yürüdükleri sokaklar, önce boşaltılmış sonra da yakılmış köyler, yakılmış köylerden kurtulanlarla şiştikçe şişen, şiştikçe çirkinleşen bir şehir, sularında daha ilk yumurtasını bile bırakamadan yakalanıp tavaya atılan lüfer yavruları, sokaklarında zehirlenip ölen kedi yavruları, vücuduna devlet tarafından el konan kadınlar, kadın olmak istiyorlar diye oracıkta katledilen erkekler, bira içmek istiyorlar diye eli sopalı gözü dönmüşler tarafından çembere alınan gençler.
Hayır memleketin hali hiç iyiye gitmiyor.
Bu saydıklarıma bakıp da birilerinden nefret etmemek mümkün mü? Dün akşamdan beri bunu düşünüyorum. Ülkede bütün bunlar olurken birilerinden nefret etmemek mümkün mü? Çünkü başta dedim ya, ben sosyoloji+yoga terbiyem sebebi ile toplumun bütün kesimlerine duygusuzca, yargısızca yaklaşmayı alışkanlık edilmiş bir bireyim. Futbol takımı bile olsa tuttukları şey, ben taraf tutanlardan kendimi uzak tutarım. Allahın sopasına canı gönülden inanır, insanın insanı cezalandırmasını da yersiz bulurum.
Ama bugün artık ben de dedim ki: Yeter. Ben de bir taraf olacağım.
Eski bir yazımda, Angut’dan Ermiş’e uzanan bir “İnsanın Evrimi” skalasından bahsetmiştim. Skalanın mutsuz ucundaki Angut , kendini diğerinden tamamen ayrı gören, ve hatta kendinden olmayanın ölmesini isteyen insan tipine verdiğimiz isim. (konuyu irdelemek için bkz şu şahane yazı). Bu tipteki insan kümelerini, Haçlı seferlerinden, Ermeni katliamına, Hitlerden, Suriye’ye, Rwanda’dan, Jammu Kaşmir bölgesine kadar her yerde ve tarihin her diliminde bulabilirsiniz.
Skalanın Angut ucu en korkak ve en mutsuz insan tipleri tarafından tutulur. Entrikacı devlerin işine en çok bunlar yarar. Bir de yine çok mutsuz ve korkak oldukları için bol bol alışveriş yaparlar ki zaten sistemin kulundan istediği tek şey de uslu uslu alışveriş yapması (kredi kartı ile) ve limitini aşmasıdır. Alışveriş yaparak kendini avutamayacak kadar fukara olan angutları, alışveriş yapabilenlere karşı kışkırtmak da çok kolaydır. “Alışveriş edemeyeceksek nefret edelim, ” formülü bu gruba çok kolay uygulanır. Çünkü zaten benden öteye bir ben yoktur, ve benden öteye sadece bir öteki vardır, ve olmasa aslında daha iyi olur. Bu grup kendinden olmayanın ölmesini tercih eder.
“İnsanın Evrimi” skalasına da Ermiş tipini koymuştum hatırlarsanız. Angut kendinden olmayanın ölmesini dilerken, Ermiş kendinden olmayan diye bir şey tanımaz. Sahiden ermiştir yani. Bebekleri ağaçlara vura vura öldüren askerlerde bile kendinden bir şeyler görür. Öyle bir tip. Bütün dinlerin ve ruhani sistemlerin mistik çekirdeğindeki ideal varoluş biçimidir Ermiş.
Bunlardan pek bulunmaz. Hayatlarından memnundurlar. Medyada boy göstermez, alışveriş de yapmazlar. Bulursanız hocanız olmasını isteyebilirsiniz. Korkusuz ve mutlu insanlardır. Devlerin hiç işlerine yaramadıkları gibi Ermiş’den ilham alan öğrencilerin de alışverişi, kredi kartını filan bırakması tehlikeli bir durumdur. O yüzden ermişler de internete özendirilir, icabında takibi kolay olsun diye. Angut’un Ermiş’e karşı kışkırtılması da Devlerin gözündeki Ermiş problemine kolay bir çözüm olarak karşımıza çıkar.
Biz de işte bu skalanın bir yerlerine serpiştirilmişiz diye yazmıştım. Ermişe yakın duranlar daha tatminkar ve mesud, diğerleri huzursuz ve kızgın. Ne yapsan hayat yüzlerine gülmüyor.
Bugün bu teorimden vazgeçtim. Ya da şöyle diyeyim, Felfesefe 101 dersinde yapardık. Teorime küçük bir ekleme yapıyorum. Benim skala ikiye ayrıldı. Orta yerinden değil, ermiş tarafından çıt dedi gitti. Angut tarafı ağır bastı. Öteki tarafta kalan bizler de ne yapacağımızı şaşırdık, çünkü hesapta ayrım, sen, ben o yoktu.
Dünyayı, kendinden olmayanı yok etmek isteyenler (çoğunluk) ve kendinden olmayan diye bir şey tanımayanlar (azınlık) olarak ikiye bölebilir miyiz?
Hadi böldük diyelim, kendinden olmayan diye bir şey tanımayan azınlıklar da için için kendinden olmayanı yok etmek isteyen çoğunluğun yok olmasını dilemezler mi? Dünya mutlu, huzurlu, özgür bir yer olmaz mı o zaman? Dilerler. Ben dilerim en azından.
İşte bu sebeple ben de artık bir tarafta yer almaya karar verdim. Evet biliyorum, bu da bir tuzak, çünkü taraf tuttuğum an öteki tarafın varolmadığı bir dünyanın daha İYİ bir yer olacağına, dolayısıyla benim düşünme tarzımının daha ÜSTÜN olduğunu varsayıyorum ve hop skalanın öbür (Angutu bol) tarafına kayırıyorum.
Varsın, varsayayım ve de varsın kayayım. Ben şimdi oraya takılmayacağım. Çünkü ben kendi dünya görüşümle dünyanın kendisini daha adil, üzerinde yaşayanları da daha vicdanlı, özgür ve mutlu kılacağıma inanıyorum.
Şimdi memlekette şöyle bir bölünme oldu bana sorarsanız:
1. Grup: Kendinden olmayanların ölmesini isteyenler. (Kafalar net, misyon belli)
2. Grup: Kendisinin ölmesini isteyen 1. grubun ölmesini istemeyen ama yine de özgürce yaşamak isteyenler (Kafalar karışık -ve belki iyi-, hareket planı belirsiz)
Birinci grupta iseniz, zaten buraya kadar okumamışsınızdır bu yazıyı. Ermeni lafının geçtiği yerde takılmış, hala şikayet butonu nerede diye bakınıyorsunuzdur.
İkinci grupta iseniz hala benimlesiniz demektir. Bütün etiketlerden bıkmışsınız. Hareket planını benden bekliyorsanız, size mikro mücadeleyi öneriyorum. (Uzak ülkenin dağlarına çıkabiliyorsanız, hiç durmayın gazlayın. Sular yükselince, bir tek yükseklerdekiler kurtulacak çünkü.) Mikro mücadele, yani günlük hayattaki haksızlıklara göz açmak, açtırmak, kanıksamamak, düşünmek, sadece kendini değil, öteki grubu da, korkarak değil, yokolmalarını dileyerek değil, başka türlü düşünmek…Hareket planı bu.
Ben de bu arada kendi mikro mücadeleme kendi bedenimden başlayayım. Soyunup da poz veremedik madem, bunu da yazarak geçiştirelim:
11 yaşındayken otobüste kıçımı mıncıklayan herif: O kıç benimdir, senin elini dokundurup dokundurmayacağına BEN karar veririm.
Açtığım bağrımı bluzumla örtmeye çalışan neneciğim ve alçak belli pantolomu yukarı çekmeye çalışan erkek kardeşim: O bağır da bel de benimdir, mesele de örtmek veya örtmemek değildir.
Başıma bağladığım yemeniye, kutsal bir alana girerken örtmeyi sevdiğim başıma, koluma, bacaklarıma laf etmeye hazırlanan Atatürk rozetli teyze, (kendi teyzem değil, öylesine bir teyze) kıçım olduğu gibi başım da benimdir, ona göre.
Kilisede düğün yapmak istedim diye, “Macit Bey bu istediğini duysa ne kadar üzülürdü” diye beni yaralayan aile ferdi: Kızlarınızın bedenini de, düğününü de kendi egonuzun bir uzantısı olarak görmekten vazgeçin. Beden de benim, düğün de.
Ve son olarak sayın Sayın Otorite:
Yumurtalıklarımdaki yumurta da benimdir, bir tanesini kazara dölleyen sperm de bana verilmiştir. Birleşimi olan hücreyi içimde tutmak ya da tutmamak, yine benim meselemdir.
Bu da böyle biline.
Gökçe A için bir cevap yazın Cevabı iptal et