
Yoga ile aşkımızın ikinci aşamasına geçerken ben ne haldeydim, bir önceki yazıdan az çok çıkardınız.
Ancak şimdi, altı yıl sonranın penceresinden baktığımda gördüğüm manzara benim o zamanların şimdisinde gördüğümden de çok farklı. İyi ki gelecekteki kendimiz var. İyi ki onun bizden daha iyi, daha olgun, daha bilge ve kim bilir belki de daha mutlu bir hayat yaşadığını düşünüp avunuyoruz. Ben Gelecekteki Ben’i çocukluğumdan beri ablam, rol modelim olarak düşünüp hem sakinleşir, hem heyecanlanırım. Şimdi bile size bu satırları yazarken altı, on, on beş sene sonra bunları okuyup gülük küçüklüğüme, acemiliğime, tecrübesizliğime gülümseyen bir Gelecekteki Ben’in şefkatli bakışlarını üzerimde hissediyorum.
Portland uçağında nihayet kabul edildiği Shadow Yoga eğitimine giden bana da ben buradan gülümsüyorum. Daha başına geleceklerden haberin yok yavrucuğum. Ne kadar kibirli olduğunun farkında bile değilsin. O kibiri senden silkeleyecek bir hocanın huzuruna çıkacaksın birazdan.
Evet kibir…Kibirlinin kör noktasına düşen baş belası. Gezi olaylarının başlangıcında yazdığım “What is Happenning in Istanbul” adlı yazıya gelen binlerce yorumdan bir tanesi beni Kemalist kibirimden ötürü kınıyordu. Hayatta ne Atatürkçülüğe özenmiş, ne de din karşısında durmuş olmama rağmen bence pek nötr bir yazıdan Kemalist kibrimin okunması canımı sıktı tabii. Canımı sıktı çünkü muhtemelen doğruydu. Dedim ya kibir insanın hep kör noktasına düşer. Ben ki bütün ideolojik söylemleri ayrımcı ve elitist bulduğumu her fırsatta dile getirdiğimi zanneder, ideolojiye değil her insanın onurlu yaşam hakkına inandığımı söylerken demek ki kibiri elden bırakmıyordum. Kibir insana ailesinden geçer, ince ince diline, zevkine, bakışlarına, yargılarına sızar. Kibirli insan kendinin bir şekilde ötekinden daha özel olduğuna inanır.
Ben de bizim yoga ile aşkımızın, yoga yapan bütün diğer insanlarınkine göre daha özel olduğuna inanıyor muydum? Tüm kalbimle. Tüm kibrimle. Evet filanca da yoga yapıyordu ama her sabah kalkıp yapmıyordu. Ötekisi her sabah yapıyordu ama yogayı sadece fiziksel bir şey olarak yapıyordu. Diğerinin pranayamadan haberi yok. Falanca Hindistan’a gitmemiş, bütün yoga hayatını kalabalık bir şehri kalabalık bir stüdyosunda geçirmişti.
Hayır kimse, hiç kimse yogayı benim kadar sevmiyordu işte! Bizimki çok özel bir ilişkiydi.
İşte Zhander Remete ile çalışmaya doğru uçarken bilincimin çekirdeğine bu fikir ağlarını geçirmişti. Kimsenin yoga ile ilişkisi benimki kadar özel olmadığından Zhander Hoca bendeki cevheri muhakkak görecek, bana her daim muhtaç olduğum (ama o zaman daha bilmiyorum) onayı, beğeniyi, alkışı tutacaktı.
Zhander hocayı aranızdan tanıyanlar, onunla çalışanlar var. Eminim şimdi siz de gülümsüyorsunuz. Sevgili yoga ustamızın -bence- en karakteristik özelliği öğrencinin şahsi hikayelerine karşı kayıtsızlığı. Karşısına geçip de “ahh şuram ağrıyor”, “vaahh kalbim sıkışıyor”, “gözüm doluyor”, “travmam su yüzüne çıktı” diyemezsiniz. Dedirtmez size. Bir parçacık akl-ı selim varsa, o hikayenin anlatılması değil, hayattan arıtılması gerektiği mesajını ustadan almışsınızdır zaten.
Bende var mıydı bir parça akl-ı selim? Hayır. O yüzden her dersten sonra “pardon bir şey soracağım” bahanesi ile ne kadar özel olduğumun onayını dilenirken bir güzel silkelendim. Küserdim normalde, ama yogası çok iyiydi ustanın, az zamanda çok derin yerlere dokunuyordu. Dört yıllık yoga hayatımda, saatler pranayamalı, meditasyonlu, omlu çalışmalarımda hiç böyle bir tatmin ve aidiyet hissetmemiştim. Küsmek yerine kalmaya karar verdim.
Ön sıradan arkalara bir yere geçtiğim sabah Zhander hoca kime hitap ettiği tam olarak kestirilemeyen konuşmaların birinde “Βuraya duygusallığınızı getirmeyin. Gidin temizlenin duygusal dertlerinizden, ondan sonra sakin, merkezde bir zihinle karşıma çıkın, yoga sizin duygusal mastürbasyon alanınız değildir” dedi. Ben şaşkına döndüm. Yoga benim bir numaralı duygusal mastürbasyon alanım olmuştu çünkü o güne kadar. Yoga yaparken duygulanırdı insan. Ağlar, güler, duyguların dalgasında sörf yapar, zevki de acıyı da uzun uzun çiğnerdi. İyi bir film seyretmek gibiydi yoga yapmak. İnsana insan olduğunu hatırlatırdı.
Yoksa öyle değil miydi?
Kibir gibi kör noktama düşen başka bir özelliğim de buydu işte. Duygusal bir hayatın zengin bir hayat olduğuna inanıyordum. Bu inanç beni durmadan dramatik hikayelerin kucağına, üzüldüğüm, kızdığım, kırıldığım ya da çılgıncasına sevdiğim durumlara itiyordu. Herşeye herşeye karşı bir duygum olmalıydı. Yeni biri ile mi tanışıyorum? Yeni bir yoga hareketi mi deniyorum? Bir koku mu duydum? Bir müzik mi dinledim? Sevmek, sevmemek arasında karar vermem gerektiğine inanıyordum. Bir dur değil mi? Bir izle, bir gözle. Hayır duygusallık öyle sabırlı bir şey değildir. Duygu durmaz çatlak sesli kocakarı gibi konuşur sana. Sevdim dersin, yok ben bunu beğenmedim, sevmedim. Duygunun yargısı iner hemen. Varolana isim verir, hüküm giydirir. Bir sakin durup izleyemezsin olup biteni.
Zhander Hoca’nın yanında eğitimime devam ettiğim yıllarda his ile duygu arasındaki farkı öğrendim. Duyguyu tanımayı, onun değişken doğasına kapılmamayı ama aynı zamanda onu bastırmamayı, yaşamayı da öğrendim. Duygu tam olarak hissedilmediği zaman zihinde bulanıklık yaratıyor. Bir şeye karar veremiyoruz mesela. Arkasında korku duygusu yatıyor. Korkuyu hissetmek yerine akılcı hesaplar yaparak kararımızı vermeye çalışıyoruz. Olmuyor. Karar içimize sinmiyor. Korku (ya da duygu ne ise o) farkedilip, hissedilmedikçe sindirilmiyor, zihinde bulanıklık yaratmayı sürdürüyor.
Yoga bir psikoterapi yöntemi değil. Hissedilmemiş karmaşık duygu katmanlarının iyice bulandırdığı zihinlere berraklık getirme gibi bir amacı da yok zaten. Bedeni, nefesi, zihni ve duyguları hissettmeyi kolaylaştırdığı için psikoterapi ile elele gittiğinde mucizeler yaratabiliyor. Ama tek başına yaralı ruhları iyileştirmeye yetmiyor.
Kendimi keşfetmek için yogadan başka araçlara da ihtiyacım olduğu işte bu ikinci yarıda aklıma düştü. Herşeyin cevabı yogada saklı değildi. Her türlü derdime o şifa olmayacaktı.
Hayal kırıklığına uğradım mı?
Hayır. Hem de hiç. Biraz rahatladım hatta. Yoga herşeye şifa değildi tamam ama beni bırakmayacaktı. Zhander Hoca ile çalışmaya başladıktan sonra hissettiğim ve yıllar içinde iyice belirginleşen his şükran oldu. Artık dört saatlik sabah seansları yerine kırk beş dakika, bazen yarım saat ve hatta bazen sadece on beş dakikalığına beraber oluyorduk kendisi ile. Elimdeki ısısını bütün gün hissediyordum. Sabaha buluşacağız diye heyecandan gözüme uyku girmediği geceler de mazi olmuştu ama her sabah beni usul usul kendisi ile buluşmaya davet ediyordu. Kendimi çözmeye giriştiğim uzun meditasyon seansları da, bütüne aidiyeti ve yaradanın kudretini ve mermametini hissettiğim kutsal ancıklara dönüşmüştü.
Ama sanırım ki en büyük değişim bir insana aşık olunca geldi.
Hep duymuştum, yoga tek başına değil, ancak ve ancak bir ilişkide yaşanır diye.
Ne demek istediklerini yine bu ikinci yarıda anladım.
O da tabii yarına kaldı!
Hepinize çok sevgiler.
selam defne, güzel bir yazı. Genel olarak anlıyorum söylediklerini sanırım. Ancak yoganın çok özel, aydınlanma getiren, eşi benzeri olmayan bir şey olmadığını düşünüyorum. Yogada bulduğun meditatif zihni, kendini tanımayı başka yerlerde bulamaz mısın? Yüzerken, kaya tırmanışı yaparken veya yazı yazarken? Sen neye dayanarak bunu söylüyorsun dersen: yogaya yeni başladım diyebilirim, 5 yıl oldu. 2 yıldır da geleneksel metotta ashtanga yapıyorum. Pratik yapmamın temel sebepleri: bugün için kendimi iyi hissettirmesi ve tanımlı bir alan sunması–Sanırım 😊Sevgiler, erdinç