Oh! Yoga hakkında söyleyeceklerimi döktüm. Şimdi kaldığımız yerden devam edebiliriz.

Aramıza yeni katılanlara hatırlatalım:
Bir kitaptan bahsediyorduk. Ne olmuş yani, diyorduk. Ne olmuş biz kendimizi zincirlerimizden kurtardı isek? Dünyada haksızlık, işkence, ızdırap bitecek mi? Beni bir kara bulut sarmıştı ki o kitabı hatırladım.
Hani nasıl zannederdik sanki dünya bizim etrafımızda dönüyor. Sanırdık ki biz sorumluyuz olan bitenden. Büyüklerin karışık kafalarının, o çok dolu hayatlarının kurbanı idik aslında. Ağır çekim zamanlarda yaşanan o korku dolu, duygu dolu, şüphe dolu büyülü dönem: Çocukluk.
İşte o kitap küçük şeylerden sorumlu bir tanrının umursamazlığında varlıkları örselenen çocukların hikayesi…
Ya da tarihin kendisinin.
Küçük Şeylerin Tanrısı. (evet doğru bilen dikkatli okuyucularımızı buradan kutluyorum. YYA: Kitabın kindle versiyonu kazandınız. )
Arundhati Roy’un yegane romanı Küçük Şeylerin Tanrısı’nda hayata dair herşey var. Ve romanın malzemelerinin bir araya gelişinde benim sorduğum soruların kendisi de, onların cevabı da var. Büyük acıların sahne aldığı bir dünyada şahısların özgürlüğü ne kadar önemli? Hayatları ne kadar değerli? Peki ya aşkları?
***
Toplum veya sistem (History diye tanımlıyor o gücü Roy) ne pahasına olursa olsun düzeni sürdürmeye programlı. Sistem (Tarih) makina değil elbet. İnsanlar var onu yürüten. Düzenin pastasından iyi bir pay alan insanlar. Ve başkaları… Kişisel eksikliklerini ancak başkalarının ızdırapları ile yamayabilen. Küçük Şeylerin Tanrısı’nda bu güçlerin hepsine denk gelen karakterler var. Onların iç dünyalarının aynasında sistemin tıkır tıkır işleme mekanizmasını hayret ve nefret ile seyrediyoruz.
Tarih’i.
***
Bence Arundhati Roy bir dahi. Çünkü hayata, dünyaya, bugüne dair söylenecek her şeyi bir kitapta söylemiş. Bitirmiş. Başka bir kitap yazmamasına şaşmamalı.
Bir kere ustaca bir araya getirilmiş bir hikaye. Merak ediyoruz, korkuyoruz, sonunu tahmin ediyoruz ama öyle bitmemesini diliyoruz. Tam o sırada hikaye öyle bir viraj alıyor ki sonunun korkusunu unutuyor, aşı kuyruğunda dikkati palyaçoya çekilen çocuklar gibi dalıp gidiyoruz.
On üç günü hikayesi, oluyor on üç yılın, oluyor on üç yüzyılın hikayesi. Her birimiz iç dünyamızın Tarih’le bağını ilmek ilmek görüyoruz. Tarih’in gücü, ızdırabın ve haksızlığın kaçınılmazlığı, sonun korkusu yeniden beliriyor. (Buna Terror diyor Roy ve cümle içinde bile olsa hep büyük harfle başlıyor)
Sanki bir filmmiş gibi mekanları seyrediyoruz kitabı okurken. Hindistan’ın güneyinde bir nehir, kıyısında bir köy, köyün ötesinde bir ev, manikürlü şık bir bahçe, biraz ileride bir turşu ve pekmez fabrikası. Fabrikanın içinde bir kazanda ağır ağır kaynayıp koyulaşan muz pekmezi, az sevilmekten başka korkusu olmayan bir çocuğun ağır ağır koyulaşan düşünceleri… Tarih’in tıkır tıkır işleyen düzeni tarafından öğütülen bir isyankar kafatası, Tarih’in işleyişine birebir tanıklık eden çocukların bir daha bir araya gelemeyecek şekilde parçalanan hayatları.
Yok, anlatmak ile oluyor. Okumanız gerek. Ama okurken dişinizi sıkmanız gerek. Çünkü hikaye lineer bir düzlemde anlatılmıyor. Kitap hikayenin sonunda başlıyor mesela ve ortasında bitiyor. Başlangıcı ortasında bir yerlerde. Roy, okuyucudan yüzde yüzde bir dikkat bekliyor. Müzik dinleyerek, örgü örerek, beyin sulandıran güneş altında yatarken, aklınız başka bir yerlerde iken okuyacağınız bir kitap değil bu. Okursunuz da… ziyan olur.
Türkçe çevirisi maalesef berbat idi. O kadar kötü idi ki ben ilk okuduğumda beğenmemiştim kitabı. Yarıda bırakmıştım. O yüzden mümkünse ingilizce orjinalinden okuyun.
***
God of the Small Things’i kindle’a indirip bir haftada yeniden okudum. Dördüncü defa. Yarıda bıraktığım o ilk seferden bir kaç yıl sonra yeniden karşıma çıkmıştı. Hindistan cevizi ağaçlarının gölgesinde bir hamakta yatıp günü geceye karıştırdığım bir cennet mekan ve zamanda.
Yemek yemek için hamaktan kalktığım kısa zaman dilimlerinin birinde kaldığım cennet mekanın kütüphanesinde bulmuştum onu. Bu sefer ingilizcesi. Orjinali. God of The Small Things. Beraber hamağa gitmiş, güneş batıp da zebra desenli sivrisinekler uyanana kadar bir daha kalkmamıştık. O cennet adaya henüz elektrik gelmemişti. Gece vakti kafa fenerimin pili bitene okumuş, yarılamıştım.
İNANAMIYORDUM! Kitap nefisti.
Ertesi gün bitti.
Adadan ayrılırken çantamdaydı. Okunup bitmiş olmasına rağmen!
Tüyden hafif gezme tutkuma bile galip gelmişti.
***
Yıllar sonra eğitimlerin bir tanesinde, bir arkadaşım okuyordu, onun omzu üzerinden bir kez daha okudum. (Cennet adadan aldığım kopyayı bir arkadaşıma kaptırmış, onca hatırlatma ve ısrara rağmen geri alamamıştım.)
Bu da işte dördüncü sefer. Dün akşam bitiridiğimde ıssız bir adaya düşecek olsam yanımda olsun isteyeceğim şeylerden birinin Küçük Şeylerin Tanrısı olduğuna karar verdim.
***
Ve dünyada haksızlık, işkence, ızdırap almış başını giderken neden hala ruhsal özgürlükten bahsetmemiz, diğer insanların ruhsal özgürlüğü için yazmamız, ders vermemiz, çalışmamız gerektiğini de anladım:
Çünkü sistem (Tarih) ruhları kilit altında kurumuş, yaşama, varoluşa dair merakını çoktan yitirmiş ve ancak başkalarının ızdırabında tatmin olabilen eksik esir insanlar tarafından devam ettiriliyor. 1 Artı özgür ruh= 1 Eksi esir ruh.
Küçük Şeylerin Tanrısı çift yumurta ikizleri Rahel ile Esta’nın çocukluğunda başlıyor.
Herşey gibi.
O halde zamanın kazanda kaynayan bir pekmez gibi ağır ağır döndüğü çocukluğa dönelim biz de…
Bir sonraki yazıda…
Herseyi başlatan ve sekillendiren çocukluğumuz ve o sırada etrafimizdaki olanlar değil mı?:)
çok iştahlı anlatmışsınız, okuyalım o zaman.
isteyene: http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=18805
sizin okuduğunuz çeviri hangisiydi acaba… çevirmeni hatırlıyor musunuz? ben türkçesini alıp okumayı düşünüyorum da, eğer sizin okuduğunuz çevirmense almayayım.
Vallahi yeniden okutturur insana bu yazi. Yeni duydum ki yarim kalmis bir ikinci romani varmis, aktivistlikten vakit bulup da bitiremiyormus Roy.
Turkce cevirisinin kotu oldugunu hatirlamiyorum ben, gerci on seneden fazla oldu okuyali ama o zaman da keyifle, merakla okumustuk hep beraber. Nazan ortmenimiz sagolsun, bizim derslerden birinin zorunlu kitabiydi. Birkac hafta boyunca tartismistik kitabi. “Culture and society” miydi o dersin adi? Cok guzel dersti. Neyse.
Ben de okuyayim bari tekrar, bu sefer orijinalini. Nasil aliyoriz hediyemizi? :))
Az evvel mideme kocaman bir taş oturdu paylaşmak ve yazını bir kez daha okumak istedim. İşlettiğimiz pansiyonun bir kitaplığı var (eşimle evden getirdiğimiz kitapların temel oluşturduğu ve yıllar içinde şekil değiştiren). Geçtiğimiz kış en az eşyamızla gittiğimiz Hindistan’dan aldığım bir kitabı ve Nepal’e ve sonra da Türkiye’ye geri getirdim. Çok tereddüt ettim Mavi Orman’la birlikte kitaplığa koyma konusunda ama istedim ki başkaları da okusun. Az önce ama az önce bir kız geldi ve kitap değiştirebilir miyiz diye hızlı ve aksanlı bir dille sordu. Ardından giderken fark ettim ki burda kalmıyordu ve aldığı kitap belki de hiç dönmeyecek. İçim daralarak kitabın The God of Small Things olduğunu görünce kendimle savaştım ama gitmesine izin verdim, belki de utandım o benim en değerli kitaplarımdan biri demeye. Sonra bağlanmak yok diye teselli etmeye çalıştım kendimi. Hala taş duruyor midemde. Hindistan’ın karmaşa şehirlerinde kitapçı aramıştım ben o kitabı almak için ve Nepal’de geçirdiğim bir kaza sonunda hastanede eşlik etmişti bana…Belki de kaderi buymuş…Gittim baktım Mavi Orman hala duruyor yerinde:) Şimdi içimde büyük bir ikilem var kitaplarımı, “benim” kitaplarımı ayırmalı mı yoksa belki birinin yüreğine dokunur diye bırakmalı mı?
Kitap geri geldi mi Nevin?
Ne güzel yazmışsınız. Dün bitirdim kitabı. Bugün baktım farketmeden yeniden okuyorum. Çok dokundu bu kitap bana.
Reblogged this on between the coffee bean and tea leaf.
Kindle’a indirdim ben de!