
Anne babamı şaşırtacak kadar disiplinli bir çocuktum. Cuma akşamından bütün ödevlerimi bitirirsem hafta sonunun müthiş mutlu geçtiğini kendi başıma keşfetmiştim mesela. Kuşlar gibi özgür bir hafta sonu öyle heyecan verici bir ödüldü ki Cuma akşamı yemeğe kadarki süreyi ödevlerimin başında geçirmekte zorlanmazdım. Aynı şekilde akşam yemeğinden sonra televizyon seyretmeyi o kadar çok severdim ki, sırf o hazzın içine bitmemiş ödevlerin sıkıntısı sızmasın diye eve dönerken serviste ödevlerime başlardım.
Şimdi bakıyorum da hayatta beni daima bir tek şey motive etmiş: Haz. Ve daha da derinine inecek olursak özgürlükten doğan haz. Özgürlük hazzı.
Özgür geçecek bir hafta sonu için bir Cuma akşamı feda edilirdi. Zaten haftanın her akşamı ders çalışıyordum, bir akşam daha çalışsam bir şey fark etmezdi. Ama iki koca gün boyunca ders kitaplarının kapağını kaldırmamak, hatta Cuma akşamından çantayı hazır edip bir daha o köşeye bile bakmamak… Var mıydı böyle bir özgürlük…
O zamanlar çocuktum. Sonra ortaokul ve lise yılları geldi. Bizim okul zor bir okuldu. Çok ödev verilirdi. Ödevini yapmamış çocuk pazartesi sabahları herkesin gözü önünde rezil edilirdi. Ben rezil olmaktan çok öğretmenlerimi hayal kırıklığına uğratmaktan çekinirdim. Kafamda annemin, babamın ve öğretmenlerimin mutluluğundan sorumlu olduğuma dair bir inanış vardı. Bu inanış zihnime nereden nasıl gelmiş bilmiyorum ama beni küçücük yaşımda bile vicdan azabı içinde kıvrandıran bir formül idi. Sevdiğim bir yetişkini hayal kırıklığına uğratmak korkulu rüyamdı. En çok da bu yüzden ödevlerimi eksizsiz yapardım galiba.
Ortaokulda ders sayısı arttı, ödevler arttı. Artık Cuma akşamı serviste başlasam bile akşam yemeğine kadar bitiremiyordum. Yemekten sonra nedense asla ders çalışmazdım. Öyle bir disiplin de geliştirmiştim. Yemek öncesi Defne başkaydı, yemek sonrası başkaydı. Sanki iki ayrı insandık. Dağ gibi defter kitap çalışma masama dizilmiş de olsa yemekten sonraki Defne’yi o masaya oturtamazdınız. Sanki hayat nöbetini biri bırakıp öteki devralıyordu ve yemekten önceki Defne yemeğe kadar ödevleri bitirmezse yemekten sonrakine hiç bir şey yaptıramıyordum. Onun tek işi kanepeye yayılıp Şahin Tepesi, Sarı Gül, Dallas beklemek, annesinin soyup, doğrayıp, bir bıçak ucunda aileye dağıttığı elmaları mideye indirmekti.
Hal bu iken yeni bir formül geliştirmem gerekti. Ödevler hafta sonuna taşıyorsa, bari Pazarı kurtarayım diye düşündüm. Pazar sıcak su günüydü, zaten yıkanmak, saçlarımı fönlemek, tırnaklarımı kesmek gibi bir sürü sıkıcı işle doluydu. Cumartesiyi de ödevlere açtım. Günü birer saatlik bölümlere ayırdım. Yapmak istediğim diğer şeylerden vazgeçmemek adına bir saat ödev, bir saat roman (Stephen King evresinden geçiyordum), bir saat oyun (ben ortaokulda hâlâ bebeklerle oynuyordum) ve bir saat de televizyon diye düşündüm. (Cumartesileri televizyon sabahtan başlıyordu ve Küçük John’lu monlu aile dizileri sabahtan veriliyordu.)
Kısa sürede bu sistemin ne kadar iyi işlediğini gördüm, şaştım kaldım. Bir saat oyundan sonra roman okumak çok iyi gidiyordu, roman okuduktan sonra bir saatçik ödev yapmak benim için çocuk oyuncağıydı. Sonra seyrettiğim bir saatlik televizyon bile başka türlü bir keyif veriyordu bana. Ödevlerimi bile istekle yapar olmuştum.
Şimdi bu keyifin nereden geldiğini biliyorum. Buna yogada Prana’nın tek bir kanala aktarılması deniyor. Dikkatin tek bir konuya yöneltilmesi yani. Akıl ve vücut sağlığıyla sıkı bir bağlantısı var bu Prana’nın tek bir kanala aktarılmasının. Prana vücudu hayatta tutan, ruhu ve zihni besleyen canın ta kendisi. Dikkat nereye yönlenirse Prana da oraya akıyor. Dikkat ne kadar uzun süre tek bir kanalda derinlemesine akarsa insan o kadar canlanıyor. Hem vücut sağlığı, hem de akıl sağlığı, neşesi, coşkusu ve yaratıcı gücü de Prana’nın muntazam akışıyla doğru orantılı olarak artıyor.
Bununla bağlantılı olarak dikkatimiz ne kadar dağınıksa, başladığımız bir işin ortasına gelmeden diğerine atlıyor, onu da bitirmeden bir diğerine geçiyorsak Prana’nın akışı sekteye uğruyor. Bu neşesizlik, keyifsizlik, huzursuz bir boşluk hissiyle beraber geliyor. Öte yandan fiziksel rahatsızlıklar ve bağışıklık sisteminin gücünü yitirmesi de Prana’nın dağılıp, gücünü yitirmesine bağlanıyor.
Bugün artık çocukluğumdaki bilgeliğe sahip değilim. Bugün çocukluğumdaki özgürlüğe de sahip değilim. Odamın kapılarını kapatıp bütün günümü kendi başıma düzenleme imkanım yok. (Çocukluğumun Cumartesilerinde vardı- odamda beni kimse rahatsız etmezdi.) İşlerim var, öğrencilerim var, kocam var, evimize giren çıkan insanlar var. Öte yandan bana kalan saatlerimi bölmez ve o saatlerin en azından bir kısmını beni tatmin eden işlere (yogaya, yazıya, okumaya, bir kahvede tek başıma oturmaya) ayırmazsam akşama çok keyifsiz bir şekilde çıkacağımı da biliyorum.
Bunun için de hâlâ her sabah günümü bölüyorum. Dokuzdan beşe kadar dilimleri iki saat yazı, üç saat ders, bir saat yoga, iki saat kitap okumak olarak sabahtan belirliyorum. Eve giren çıkan olursa ve ben o sırada diyelim ki yazma saat dilimindeysem beni rahatsız etmiyorlar. Ben de onlara illa ki merhaba demek zorunda hissetmiyorum kendimi. Onlar da beni iş yerine gitmiş ve ofiste çalışan biri gibi görüyorlar galiba, kapalı kapılar ardından çıkmayışımı yadırgamıyorlar.
Bu programa uyabildiğim günlerin akşamında odamdam sahici bir tatminle çıkıyorum ama bugünün işini yapmış olmanın hazzı, özgürlüğün hazzı ile eşin dostun arasına karışıyorum. Prana’nın dağılıp gittiği günlerin akşamında ise, tüm günü internette, mutfakta amaçsızca geçirdiğim günlerin sonunda ise hasta gibi oluyorum. Gibisi fazla, bayağı bayağı hastalanıyorum ve hemen aklıma Dr. Robert Svoboda’nın şu sözü geliyor:
“Prana (can) odaksız kaldığında dağılmaya, tıkanmaya veya anormal bir şekilde akmaya başlar ve bünyemiz de en çok bu durumda, pranamız bozulduğunda hastalığa yatkın hale gelir,”*
İyi bildiğim bir şey var: Güne yogayla başlamak pranayı derleyip toplamaya faydalı oluyor. Özellikle de öncesinde dikkati fazla dağıtmadan, mümkünse uykudan doğruca yogaya geçmek, zihin dalgalarını daha da fazla dalgalandırmadan harekete başlamak ve dikkati baştan sona nefeste tutmak günün geri kalanında odaklanmak istediğimiz faaliyetlerde nasıl davranması gerektiğini zihnimize hatırlatmış oluyor.
Aklınızda bulunsun.
*When unfocused, prāna, our life force, is prone to becoming scattered, stuck, or abnormally circulated, and it is when our prāna is disturbed that we are most prone to falling ill.
Sevgili Defne, hiçbir şeye yetişememe, çok istediğim şeylere daha az istediğim şeylerden bir türlü ulaşamama günlerindeyken bu sözcüklerin çok güzel geldi. Pranamı derleyip toplamaya, kendimi, saatlerimi daha verimli kullanmaya geçeceğim bu desteğinle! İnsanın yazıyı bunca sevip yazacak zaman bulamaması (benim gibi kimsenin emrinde çalışmazken bile!) kabul edilir şey mi yahu?! Sağol, çok sevgiler gönderiyorum…
– Candan iPad’imden gönderildi
İnsanlık Hali şunları yazdı (8 Ara 2016 18:44):
> >
Bu aralar benim için böyle bir açıklama gerekliydi. İyi geldi.
“Bugün artık çocukluğumdaki bilgeliğe sahip değilim” bu çok güzel yazının bütününden ayrı olarak dokundu bana. Bundan bahsetmeden önce; bıçağın ucunda dağıtılan elmalar, pazar gününün sıkıcı zorunlulukları, yapılması gereken ödevler, akşamdan hazırlanan okul çantası, televizyon dizileri ve diğer çocukluk anılarına ait detaylar… Hiç bir şey yazının gücü kadar bizi geçmişle buluşturmuyor, kokular hariç. İlk gençlikte ve onun ardından niyeyse bir şey yaparken aynı anda ikinci hatta üçüncü bir şeyle de ilgilenmeyi bir marifet sayardım, halâ da saydığım zamanlar vardır. Kitap okurken dinlediğin müziğin ritmine uygun tempo tutmak, telefonla konuşurken internette bir yazıyı okumaya çalışmak, birisi seninle konuşurken elindeki işi yapmayı sürdürmek vesaire. Bu anormalliğin nedeni belki davul çalma hevesiyle böyle meziyetleri (hani şehir efsanesi niteliğinde tanım vardır, davulcular beynini, ikiye, üçe, hatta dörde bölebiliyorlarmış diye) kendimde geliştirmeyi hedef edinmiş olduğumdan da kaynaklıdır belki, bilemedim. Ama tıpkı söylediğin gibi sevgili hocam, böyle zamanlarda hiç bir şey tam olmadığı gibi, yaptığın her şey avucunun içinde tutamadığın, akıp giden kum tanelerinin hissi gibi bir duygu yaratıyor sanki. Bu boşa akıp giden enerjinin hissi olsa gerek. Bunu edinilmiş kötü alışkanlıklar listesine ekleyip, bu alışkanlıktan da bir an önce kurtulmalı.
Çocukluğuma dair bir çok mutlu anımdan en eskisi ve her hatırladığımda beni derinimde iyi hissettiren an, evimizin önünde toprak üstünde, kumlar ile kendi başıma oynadığım oyun anı. Sadece ben ve o anın mutlu hisleri. Zihnimde hangi düşünceler vardı doğal olarak hatırlamama olanak yok, büyük olasılıkla belirgin, takıntılı bir düşünce yoktu. Çocukluğun bilgeliği, işte tam böyle anların mimarıydı olasılıkla. Neyle ilgileniyorsan o an sadece onunla kaimsin, sonra dikkatin başka şeye yönelir ve bu kez onunla devam edersin, sadece sen ve o, o an.
Bu güzel yazı o artık kendiliğinden olamayan bilgeliği bir kez daha hatırlamama vesile oldu, dile getirmiş oldum. Çok teşekkür ederim. Sevgiler.
Merhaba 😊 Bir süredir yazılarınızı keyifle okuyorum. Açık olup, nefesinle kalabildiğin ve gercek anlamda An’ın içerisinde yaptığın işe odaklandığın zaman hayatın sana sundugu çözümleri de daha kolaylıkla görebiliyorsun. Prana akışımı darmaduman etmiş zor bir dönemden geçerken yazınız bana çok iyi geldi, teşekkür ederim 🙏🏻
düzene alışanlar içlerinden (kendi ruhlarından) nelerin geçtiğini kaçırabilirler… bilginiz olsun…