Biten Romanlara Ağıt

Görsel

Middlesex bitti biteli ben de dağıldım sevgili okur. Elimde beni yazıya bağlayan iyi bir roman olmayınca ben de kendi yazılarıma bağlanamıyorum. Sadece yazıya olsa, yine iyi, elimde iyi bir roman olmayınca ben hayata doğru dürüst bağlanamıyorum. Hani size demiştim ya, roman ve karakterleri benim gizli hayatım  gibi bir şey oluyorlar. Bu hayattan kaçıp onlara sığınıyorum. Kanepeye yerleşip romanıma gömülürken, karısı ve çocuklarından bunalıp metresine kaçan bir erkek gibi hissediyorum kendimi. Zevk peşinde, biraz suçlu ama çokça bu gizli hayatından memnun. Memnun ne kelime? Gizli hayatına muhtaç.

Middlesex’in bitiş ile ben de metresi tarafından terkedilmiş erkeğe döndüm. Sevdiğim bir ailem var, karım çocuklarım, güzel evim filan falan ama hayatın bu nimetleri ancak onlardan kaçıp bir başkasının koynuna girince değer kazanıyor sanki. Ben de hayatımdan en çok, romanımın dünyasına kaçıp da sonra tatlı bir tatmin ile günüme döndüğüm zamanlarda zevk alıyorum.

Roman bittiğinde size iştahla blglar yazan bu parmaklar da kendiliğinden duruyor. Sanki benim yazılarıma açılan kapının anahtarı başka yazarların boynunda aslılı bir destede duruyor. Onlardan geçmeden kendi kaynağıma varamıyorum.  Sonra işte bu blog böyle boş kalıyor. Oysa ne güzel günlerdi onlar..Middlesex boyunca ilham perisi bir gün bile beni boşlamamıştı. Benzeri bir ilham için yeni bir aşkın tomurcuklanmasını bekliyorum şimdi!

Middlesex gibi iç dünyamı sarıp sarmalayan romanlardan sonra yeni bir aşka girmek de çok kolay değil.  Eski sevgilisinin tadı damağında bir aşık gibi ben de şu aralar başlayacağım bütün romanlarda bir kusur bulacağım. Hiç bir roman beni “Middlesex’in karakterleri gibi sarıp sarmalamayacak. Zihnim durmadan eskileri hatırlatacak bana. Eski bir tecrübeyi. Eski bir tatminini. Sayfalarında kendinizi unuttuğunuz o eski romanın tecrübesini.  Yeni romanın içine bir türlü giremeyeceğim.  Dikkatim dağılacak. Böyle olunca yeni roman da bana kendi yazılarıma açılan kapının anahtarını sunamayacak.

Öte yandan parmakların paslanmasını önlemek, kaynağı kurutmamak ve bu bloğu boşlamamak için de bir an önce yeni bir romana başlamak gerek. Ne yapmalı? Albina Press’e gitmediğim sabahlarda geldiğim diğer kafe (Fresh Pot) Powell’s adlı kitapçının içinde. Üstelik raflardan kitapları alıp masanıza getirebiliyor, satın almadan önce şöyle bir karıştırabiliyorsunuz. Calliope ve Desdemona’nın yokluğunu karın boşluğumda hissettiğim şu günlerde,  çok sevdiğim sevgilimden ayrılsam yapacağım şeyi yaptım ve daha eski bir sevgiliyi aradım! Kahvemi, bu yazı için aldığım notlarla dolu defterimi, çantamı filan masada bırakıp kitapçının R rafına doğru yürüdüm. Edebiyat bölümünün R harfine giderken yoga raflarından geçmek gerekiyor. Göz ucuyla yeni bir şey çıkmış diye baktım ama durmadım. (Iyengar’ın Life on Light’ı paperback olarak basılmış)

Kitapçının edebiyat rafları arasında en çok R bölümünü seviyorum. Sol tarafında P var. Bütün Orhan Pamuklar orada duruyor.  Sağ tarafında da S var. Elif Şafaklar da orada…R’nin önüde dururken muhakkak P’lere ve S’lere selam veriyorum.  Dünyanın bu uzak köşesinde, ülkemin yazarlarının kitaplarını görmek her zaman yüzümü güldürüyor. R rafına bakınca yüzüm biraz daha ışıldıyor. Teselli zamanlarında var mıdır eski sevgilinin tanıdık sesi, kokusu, tadı gibisi? İşte Philip Roth,  Salman Rusdie, Ayn Rand, Arundhati Roy ve Tom Robbins! Hepsi beni sayfalarında sallamaya hazırlar. Turuncu, ciltli, kalın bir Tom Robbins işimi görür. Fierce Invalids Home from Hot Climates.  Hem bendeki kopyasını Tayland’dayken bir arkadaşıma kaptırmıştım. O zamandan beri görüşmedik kendisiyle. Yeniden okumanın tam sırası.

Turuncu Tom Robbins’i, üzerinde oturduğum Fresh Pot’un devlet okulu sıralarından sert bankında yanıma koydum. Kulaklıklarımdan Leonard’cığım Janis’e söylüyor:

You have a way, didn’t you babe? Kitabın bacağımdaki hafif temasından (tema değil temas) ruhuma güven yayılıyor.

Siz de hissettiniz değil mi? Yeni yazılar ufukta belirdi!

Hadi Hayırlısı…

Pek Yakında: Bana Ne Kızım Senden?

Şifreli Kasa

Foto: Kokia Sparis
Foto: Kokia Sparis

Bu sabah yine o kafeye gittim. Artık kar yağmıyor ama arabamız hala bozuk. Yine sabahın altısında gözüme iğne iğne saldıran yağmur altında yeni stüdyoya pedal çevirdim.

Derse bir tek Aisha geldi. Aisha benim buradaki en eski ve en yakın arkadaşım.  Bloğu şenlendirmek için koyduğum pek çok fotoğrafın karenin kamera arkasında Aisha var.

Derslerime sadece tek bir  gelince bütün dersi hiç konuşmadan veriyorum. Emma Hocamızın eğitimlerde bize yaptığı gibi, öğrenciye arkamı dönüyorum, nefes alış verişlerimizden başka ses seda çıkarmadan seriyi baştan sona yapıyoruz. Aisha ile de öyle yaptık. Zaten üç aydır düzenli olarak derslere geldiği için serinin inceliklerini iyice öğrendi. Hareketlerin geçişlerini, sırasını ve isimlerini hatırlamıyor olabilir ama önünde ben yaptığım sürece neyin nasıl yapılacağını artık biliyor. Öğrenci bu seviyeye eriştiği zaman, dersin tonu da değişiyor. Yeni bir şey öğretmektense öğrenilen hareketleri tekrarlatmaya özen gösteriyorum ben. Yeni öğrenilirken –sadece yogada değil, her yeni konuda- insan zihni incelemiyor, ince ayrıntıda gizli tatları henüz algılayamıyor. Ve durmadan durmadan yeni bir şeyler öğrenme hevesinde olanlar bu bir üst aşamaya bir türlü geçemiyorlar.

Aisha öyle bir öğrenci değil. Yoganın derinlerine ancak sonsuz sayıda tekrarla inebileceğini biliyor. O yüzden ona arkamı dönüp beni takip etmesini söylediğimde sevindi. Hiç konuşmadan, yaz rüzgarı kıvamında nefes alıp vererek Balakramanın dörtte üçünü yaptık. Sonra oturduk. Asanalarımızı tamamladık. Gözlerimizi kapattık. Güzelim stüdyonun çatısına yağmur bütün gücüyle vuruyor, rüzgar uğulduyor. Bizim içimiz ferah, bizim içimiz rahat, tatlı bir hafiflik, bir boş vermişlik ve o boş vermişlikte var olan bir doyum hissi sarmış bedenlerimizi, benliklerimizi.

Uzun uzun oturduk.

Çıkışta beni eve bırakmayı önerdi. Bedenim çok güzel açılmış, açılan kanallardan ılık ılık enerji merkeze akmıştı, bisiklete binmek zoruma gitmedi. Hem o kafeye gitmek istiyordum yine.

Gittim de.

Şömine yine yanıyor. Sırılsıklam ceketimi, şapkamı, yağmur pantolonumu, eldivenlerimi çıkarttım, şöminenin önünde asılı hediyelik çorapların çivilerine her birini astım. Kahvemi alıp deri koltuklardan birine gömüldüm. Elimde hala Middlesex. Güzelim Smyrna ben dün gece yatakta okurken yandı, kül oldu. Limanda bekleyen gemilere atlayanlar paçayı kurtardı, geri kalan kadın, erkek, çocuk bütün Yunan sahiden de denize döküldü. Smyrna yanarken ben de yandım. Ama bu sabah, önünde eldivenlerim tüten şömine başında deri koltuğuma gömülmüş otururken yeni bir bölüm başladı. Yeni hayatlar, yeni diyarlar…Devran yine döndü. Her zaman döndüğü gibi. Tahayyül edemeyeceğim kadar büyük acılar yaşayan insanlar yeni hayatlar kurdular, devam ettiler. Her zamanki gibi.

Neyse konumuz bu değil. Konumuz Shadow Yoga’nın bazı hareketlerini derslerimde gösterebilir miyim? Bu soruyu yoga hocalığı yapan öğrencilerimden sık sık duyuyorum. Doğal olarak Shadow Yoga öğrencisi kendi yaptığı yogayı öğretmek istiyor. Ama bu izin benden değil, benim hocam, sistemin yaratıcı Zhander Remete’den alınıyor. Ondan hocalık iznini koparmak da öyle kolay iş değil. Üç sene süren hocalık eğitiminden bu sene yirmi kişi mezun oldu. O yirmi kişiden sadece üç kişinin ismi resmi Shadow Yoga hocaları listesine geçti.

Bu sistemin hocası olmak istiyorsanız en az üç sene boyunca Zhander ve Emma’yı takip etmeniz gerekiyor. Yılda bir defa (en az) onların verdiği kurslara katılmanız ve yılın geri kalan günlerinde Shadow Yoga prelüdlerini düzenli olarak uygulamamız gerekiyor. Arada sırada yerel hocanıza görünüp yeni prelüdleri öğrenmek de hocalık eğitiminin parçası. Üç senenin sonunda kararı onlar veriyorlar. Bazı öğrencileri üç sene bekletmiyorlar. Sen hazırsın, git ders ver şimdi diyorlar. Bazılarını ise yıllarca bekletebiliyorlar.

Bilgi herkeste aynı anda uyanmıyor çünkü. Size asla bir reçete sunmuyorlar. Ne konuşacağınızı, derslerde söyleyeceğiniz sözleri hazır sunmuyorlar. Beden üzerinde nasıl düzeltme yapacağınızı bile göstermiyorlar. Ben başlarda hocalık eğitiminin böyle temel öğretilerden mahrum oluşunu yadırgamıştım. Hatta Emma hocaya sormuştum bile, “ben nasıl düzeltme yapacağımdan emin değilim, biraz sizi ders sırasında izleyebilir miyim,” diye. “Hayır”, demişti. “Tek dikkat etmen gerek şey, bizim senin üzerindeki düzeltmelerimizi hissetmen. Biz seni düzeltirken nefesinde, bedeninde, zihninde olup bitenlere dikkat edersen, başka bir öğretiye ihtiyacın kalmaz.”

Peki o zaman öyle olsun, dedim.

Güven şarttı. Kendime (bir gün dediği gibi ben de hissedeceğim bu nadileri, vayuları, kandayı, agniyi) ve hocalarıma. (bu insanlar ne dediklerini biliyorlar) Ben uzun zaman öğrencilerime parmağımı dokundurmadım. Hareketlerini sözlerimle düzelttim. Sonra bir gün bir de baktım, bir tanesine doğru çekiliyorum. Parmaklarım kollarındaki iki noktayı kendiliğinden bulmuş. Biliyorum o noktalara basınca ne hissedecek öğrenci. Kendi canımda hissediyorum. Bastırdıkça öne katlanıyor, parmaklarımın altındaki noktalar yumuşuyor. Sonra bir bakıyorum bir başkasının ayaklarına dokunuyorum, dizlerinin arkasına. Düşünmeden, neden öyle yaptığımı bile bilmeden. Çiçeğe çekilen arı gibi gidiyorum bir takım noktalara. Eve dönünce Shadow Yoga kitabımdan bakıyorum o noktalar neymiş diye.

Nereden, ne zaman öğrenmişim bunları? Hatırlamıyorum. Hepsini Zhander ya da Emma Hoca’dan duymuşum, orası kesin. Duyduğum sırada bir kulağımdan girip, diğerinden çıkmış sanmıştım. Demek bir kulağımdan girmiş ama diğerinden çıkmamış. Kendi yogam sırasında kış uykusundan uyanmış o bilgiler, kendi bedenimde can bulmuşlar. Ondan sonra benden çıkmış, bir diğerine uzanmışlar. Ben arada kanal olmuşum, köprü kurmuşum.

Shadow Yoga serileri şifreli kasa gibidir. Kasada saklı mücevhere ulaşabilmeniz  için hareketlerin doğru sırayla, doğru geçişlerle, doğru sayı ve doğru taraftan ile yapılması gerekir. (Sarpa soldan, Virastana sağdan başlar gibi.) Hah şimdi içimden bir tur Çakri dönmek geldi, arkasına da bir Surya Namaskara takayım dediğinizde kasa açılmaz. Prelüdleri baştan sonra hissederek yapanlar bütün bunları zaten bilirler.

Shadow Yoga serileri tek tek isole hareketlerden meydana gelmiş seriler değildir. Öyle tek başına yapıldıklarında ne işe yaradıklarını anlamamız kolay değil. Ancak zincirleme yapıldığında, en sonunda, belki de herşeyin, belki taaa ılınmaların sonunda hissedilen bir etkisi vardır. Evet, her hareketin tık ettiği, arada sırada derslerde söylediğim üzere, size konuşmaya başladığı bir an var ama hareketten o anı beklerseniz o hiç gelmez. Hareketin anlamını, faydasını, tık ettiği anı, sonucunu, sebebini düşünmeden tekrar tekrar tekrar yaptığınız zaman ne demek istediğimi anlarsınız. Unutmayın bir hareketin hakkında düşünmek bizi o hareketi hissetmekten alıkoyar. Yoganın binlerce yıllık bilgesine güvenir, nefes alıp vermeyi sürdürürseniz bir an gelir, her şey yerli yerine oturur.

Hem Shadow Yoga öğrencisi hem de yoga hocası iseniz size tavsiyem bir an önce Emma ve Zhander’i görmeye başlayın. Onlardan aldığınız bilgiler, onların ellerinin değdiği yerde uyanan noktalar içinizdeki hocayı uyandıracaktır. Onlarla düzenli çalışmaya başladıktan sonra derslerinizin başına samapada’yı,  ısınmaları, nefesleri, civa çalana’yı ekleyebilirsiniz. Bu baştaki dört adımın sırasını bozmayın. Öğrencinin prelüd vakti geldiğinde hissedersiniz zaten. Oradan devam edersiniz. Kendi yoganız bir numaralı referans noktanızdır, asla ihmal etmeyin. Yoksa kaynağınız kurur.

Shadow Yoga öğrencisi değil de bir iki derse girdiniz ve bir iki hareket “kaptıysanız” sizden ricam bunları derslerinize taşımayın. Bu şekilde yoga dersi vermek, hangi dilde söylendiğini bile bilmediğiniz bir şarkıyı bir sınıfa öğretmeye benzer. Hareketi içinde yaşatmayan hocayı öğrenci zaten derhal tespit eder, yürekten değil, ezberden şiir okuyor gibi olursunuz.

***

Yarın dünyanın son günü. Hadi öyleymiş gibi yapalım. Yarın bildiğimiz hayatların sonu olsun. Hepimiz hiç bilmediğimiz yeni bir şey katalım hayatlarımıza…Yeni bir insan, yeni bir proje, yeni bir bakış açısı…Kıyamet kopacaksa da varsın kopsun, insan devam ediyor çünkü. Ne olursa olsun devam ediyor insan. Öyle bir cins çünkü bu insan denen şey.

Umut dolu.

 

 

 

 

 

 

Roman Keyfi

Foto: Ayşe KayaEn Sevdiğim Mevsim
Foto: Ayşe Kaya
En Sevdiğim Mevsim

Portland’da havanın bir türlü aydınlanmadığı bir kış sabahı, dersimden sonra bisikletime atlayıp daha bir defa –o da Aylin sayesinde- gittiğim bir kafeye yollandım.  Burada ders verdiğim stüdyo ani bir kararla bir gecede kapatıldı, ben de geride kalan bütün öğrencilerimle beraber mahalledeki başka bir stüdyoya aktarıldım. Mülteci konumundayız şimdilik. Ben nasıl olsa yakında Istanbul’a dönüyorum diye aldırmıyorum ama stüdyonun tam zamanlı diğer hocaları için bu bir gecede kapı dışarı edilmekle eş bir durum aslında. Mülteci olarak sığındığımız yeni stüdyo yine aynı semtte ama yoga stüdyolarına yürüyerek gitmeye alışmış bazı Portland’lılar için bu ani mekan değişikliği benim derslerimden vazgeçmeye kadar gidebiliyor. Nitekim, sığındığımız yeni stüdyodaki derslere 8 kişilik sabah sınıfımdan sadece üç öğrenci geldi. Diğerleri benim derslerimi çok sevdiklerini ancak yeni yere gelemeyeceklerini bildirerek, paralarını geri istediler.

Onlara Istanbul’daki öğrencilerimin sabah yoga yapabilmek için bazen bir saat boyunca toplu taşıma araçları ile yolculuk ederek stüdyoya geldiklerini anlattım. Kibarca gülümsediler. İstanbul’da, derslerin çok erken saatte yapıldığından şikayet eden öğrencilere, Portland’daki öğrencilerimin sabah 6:15’de derse geldiklerini söylediğimde, onların da  yüzlerinde böyle kibar bir tebessüm belirir.

Peki, öyle olsun. İstanbul’da saat, Portland’da mekan sıkıntısı. Hocalık eğitimi verdiğim öğrencilerime sık sık söylediğim gibi enerjimiz her şeye rağmen derse gelen öğrenciye yönelsin, soluğunu derse gelememe mazeretlerini sıralayanlara değil.

Neyse, yeni stüdyodan çıktım. (Nefis bir stüdyo bu arada. Yerler en kalitelisinden rabıta kaplı, yüksek tavanlar, tertemiz matlar, renk renk –jilet gibi katlanmış- yün battaniyeler…) Bu aralar bizim araba çalışmıyor. Ben bilmem, Bey bilir. Ben bisikletimi alıp çıkıyorum evden.  Bisikletin önünde ve arkasında ışıkları var.  Sabahın bir türlü aklanmayan karanlığında, yeni stüdyoya yakın ve Aylin’in keşfettiği o kafeye doğru pedal çevirdim. Yakınmış zaten. Bisikleti bağlayıp içeri girince baktım bir çam ağacı kafenin orta yerinde. Işıklar bezenmiş. Hemen yanında da çıtır çıtır yanan bir şömine. Kahvemi alıp şöminenin dibindeki deri yumuşak koltuklardan birine çöktüm.  Tam kitabımı açmış keyifle bir yudum bir satır alacaktım ki gözüm önümdeki pencereden görünen manzaraya takıldı.  Dışarıda koca koca taneleriyle kar yağmaya başlamış. Ama ne güzel bir görüntü!
Mutluluk!

Deri koltuğa, kahveme ve romanıma iyice gömüldüm.

İki gün önce ani bir kararla Middlesex’i yeniden okumaya başladım. Middlesex, Jeffrey Eugenides’in bence en iyi kitabı.  Bundan beş-altı yıl önce şansa Bey ile aynı zamanda okumuştuk. O gün bugündür, romanın karakterleri ve olayları günlük hayatımızda bize eşlik ederler.

“Bak şimdi tam Desdemona gibi konuştun,” der mesela Bey arada sırada bana.  Biliriz hangi Desdemona’dan bahsettiğini. Middlesex’deki Desdemona’dır. Ya da ben Uludağ’dan söz ederken Stefanides’lerin köyünün olduğu dağ var ya, orası işte derim.  Hangi Stefanideslerden bahsettiğimiz kitaba referans vermesek bile ikimiz tarafından bilinir. Eşle, dostla aynı romanı okumanın yarattığı bağ pek güzel, pek özel bir bağdır. Birlikte dizi seyrederken oluşan bağdan daha sağlamdır fikrimce.

Şimdi biz Bey ile otobiyografimizi yazıyoruz. Öğrencisi bulunduğumuz Transpersonal Psikoloji eğitimimizde bize verilen bir ödev bu. Siz hiç otobiyografinizi yazdınız mı? Zor bir iş. Hayatınızı romanlaştırıyorsunuz. Herşeyi katamıyorsunuz tabii. Ödevin de anlamı amacı bu zaten. Kendin denen şeyi kurgularken hayatın, geçmişin hangi öğelerini ona katıyorsun, hangilerini dışarıda bırakıyorsun. Buna bakacağız hep beraber.

Benim otobiyografim, kadınca daireler çizerek ilerliyor. Bey’inki ise düz bir çizgide. Aramızdaki bu farkı konuşurken yine aklımıza Calliope ya da Cal geldi. Calliope Middlesex romanının esas kahramanı. Bir hermafrodit.  Genetik olarak erkek ama cinsel organları dışarı değil içeri doğru gelişmiş olduğu için ilk bakışta dişi izlenimini uyandırıyor. Özellikle bebekken pipisinin gizli doğası nedeniyle oğlan olduğunu anlamaya imkan yok. Böyle böyle on altı yaşına kadar kız çocuk zannedilerek büyütülüyor Calliope. (Devamını yazmayayım alıp okuyun.  Türkçeye de tercüme edilmiş. İnkılap Kitapevi tarafından basılmış.  Türkçe ismi de Middlesex.)

On altı yaşına kadar kız çocuğu olarak büyütülen ama genetik olarak erkek olan Calliope’nin kendi hayatını anlattığı roman da haliyle hem dairesel hem de lineer özellikler taşıyor. Burada, romanının baş rolünü bir hermafrodite veren yazarın ustalığını görüyoruz. Hem kadın, hem de erkek olarak yaşayan bir insanın beyni nasıl kendi geçmişini nasıl algılar, nasıl aktarır? Yazarımız bence bu işi iyi kıvırmış.  Sadece ben değil, başkaları da böyle düşünmüş olmalı ki Middlesex adlı romanı ile Jeffrey Eugenides 2003 Pulitzer ödülüne layık görülmüş.

Çıtır çıtır yanan şömine ile ışıl ışıl çam ağacının arasındaki deri koltuğuma gömülmüş, hafiften aydınlanan sabaha süzülerek düşen kar tanelerini izlerken ruhumun bir yanı beni orada bırakıp 1922 yılının sıcak bir Ağustos öğleden sonrasına, Kirazlı Yayla yakınlarındaki ufacık bir Rum köyüne (Desdemona’nın köyü), oradan Bursa’nın Türk, Rum, Ermeni ipek tüccarlarının pazarlık ettiği Koza Hana, oradan Fransız İngiliz subayların limanında limonata içtikleri Smyrna’nın çay bahçelerine…

Var mı şu hayatta iyi bir roman okumak gibi biri zevk?

Yarın: Shadow Yoga hareketlerini derslerimde kullanabilir miyim?